Gönderen Konu: Mustafa Kemal'in kişisel karizması  (Okunma sayısı 4884 defa)

Çevrimdışı Sosyal Bilgiler1

  • Administrator
  • Usta Öğretmen
  • *****
  • İleti: 2921
  • Rep +712/-3
Mustafa Kemal'in kişisel karizması
« : Ağustos 07, 2008, 02:38:07 ÖS »
Mustafa Kemal Atatürk'ün Kişisel Karizması

  Bir liderin karizması, toplumsal işlevi ile birlikte, ona yakıştırılan
insanüstü ya da doğaüstü özelliklerde kişisel olarak da belirlenir. Burada
önemli olan nokta, herkesin lidere yakıştırdığı bu insanüstü ya da doğaüstü
niteliklerin varlığına liderin kendisinin inanmamasıdır. Çünkü, kendinde
insanüstü ya da doğaüstü nitelikler vehmeden bir kişinin, liderliğin önde
gelen niteliklerinden biri olan gerçekçiliğini koruyabilmesi olanaksızdır.
Şimdi Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmasına kişisel açıdan bakalım.

  Önce, Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek doğal yetenekler, gerekse kendini
bilinçli olarak hazırladığı sıralarda kazandığı özellikler açısından
gerçekten bir insanın sahip olabileeeği en üstün ve en seçkin niteliklere
sahip olduğunu belirtmeliyiz. Burada, doğanın kendine verdikleriyle, kendi
kendini hazırlarken edindikleri, tümüyle birbirini pekiştirmektedir.

  İşte gerçekten seçkin niteliklere sahip bir kişi olan Mustafa Kemal Atatürk,
kazandığı zaferler ve başardığı işlerle de desteklenince, kolayca adeta
mitolojik bir kişiliğe büründü. Gerek yaşarken, gerek yaşamından sonra, onun
hakkında anlatılanlar, kişiliğinin bütünüyle --karizmatik-- bir özellik
kazandığının kanıtıdır.

  Kişisel gelişimi sırasında, karizmasının ilk tohumları, matematik hocası
Mustafa'nın, kendisine Kemal adını takmasıyla başlar. Olayı, Kılıç Ali şöyle
anlatır:

  --Mustafa, Askeri Rüştiyesine devama başladıktan sonra kendisinde riyaziyeye
karşı bir merak peyda olmuş ve bu merakı günden güne çoğalmaya başlamış.
Sınıf arkadaşları amali erbaaya çalışırken o, cebir meselelerini halletmeye
koyulmuş. Tesadüfen mektepteki riyaziye hocasının da ismi Mustafa imiş. Hoca,
talebesi Mustafa'daki bu büyük istidadı gördükçe kendisine mektep usul ve
kaidelerine uygun tarzda verdiği --Aferin-- ve --Tahsin-- gibi mükafat
varakalarını az görmüş. Aynı zamanda onu aynı ismi taşıyan diğer talebe
arkadaşlarından da ayırdetmeyi düşünerek Mustafa'ya bir gün, --Oğlum, senin de
ismin Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Aramızda bir fark olmalıdır.
Bundan sonra senin adın --Mustafa Kemal-- olsun,-- demiş. Riyaziye hocası
Mustafa Efendi'nin bu ileri görüşü cidden şayanı hayrettir.--
(Kılıç Ali, 1955:,11-12).

  Görüldüğü gibi, zeka gibi doğal yeteneklerle, ilgi ve çalışkanlık gibi
sonradan kazanılan özelliklerin birlikte geliştirdiği karizma Mustafa Kemal'i
henüz okul çağındayken yakalamıştı. Şimdi, üretilen karizmasına, mahalleden
iki katkıyı görelim. Çocukluk arkadaşı ve Ankara eski belediye başkanlarından
Asaf İlbay anlatıyor:

  --Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o
zamanlar Selanik'te pek moda olan --Mançık-- oyununu oynardık. Bu bir nevi
--Birdirbir-- oyunuydu. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sırayla üzerinden
atlıyorlar. Oyuna iştirak etmezdi, ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde
düşenler filan olursa, keyfine payan olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka
paça zorla oyuna iştirak ettirdik. Sırayla hepimizin üzerinden atladı ve sıra
kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve: --Haydi, atlayın!-- dedi. Biz
başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe, o: --Ben eğilmem! Böyle
atlarsanız atlayın!-- diyordu.-- (Sel Yayınları, 1955:100-101).

  Aynı olay, yine İlbay'ın ağzından tekrarlandığında, --Onu eğilmeye razı
edemediğimizi gayet iyi hatırlıyorum. Ömrünün sonuna, kadar da eğilmedi.--
eklemeleri yapılmıştır (Gençosman, Banoğlu, 1971:36).

  Bu olayda da Mustafa Kemal Atatürk'ün doğuştan getirdiği ve sonradan
kazandığı özelliklerin bir belirtisi olan --eğilmezlik-- bir liderlik niteliği
olarak vurgulanmaktadır. İşin ilginç yanı, Atatürk'ün bu niteliğinin bütün
yaşamına egemen oluşudur. Örneğin, İttihat ve Terakki ile hem liderlik, hem
de ordunun politikada yeri konusunda çatıştığı sıralarda Enver Paşa, onun
--dikkafalı-- oluşundan yakınmaktadır. Bir başka tipik olay, İmparatorluğun
çöküşünü durdurmak için yaptığı girişimler sırasında İttihat ve Terakki'nin
önemli liderlerinden, Hariciye Nazırı Halil Bey ile görüşmek istemesi
sırasında olur. Nazır, kendisini çok bekletince kızan Mustafa Kemal, uzun bir
süreden sonra kabul edileceği haberini alınca, Nazır'ın muavini ile
konuşmasını bahane ederek, odacıya: --Beklesinler! -- yanıtını verir
(Aydemir, 1963:264-265) .

  --Eğilmezlik-- simgesi, Osmanlı'nın yıkıntısı üzerine Türk ulusçuluğunu
yaratmaya çalıştığı sıralarda, kişisellikten çok, ulusal bir nitelik olarak
da kullanıldı. Örneğin, Banoğlu'nun Enver Behnan Şapolyo'dan aktarma olarak,
Cemal Granda'nın ise doğrudan tanık olduğu biçimde anlattığı şu ünlü fıkrayı
hatırlayalım: Olay, İngiltere Kralı VIII'inci Edward'ın yurdumuza gelişi
sırasında Dolmabahçe Sarayı'nda verilen bir şölende geçer:

  --Yemek sırasında hoş mu, yoksa nahoş mu demek gerek, kestiremeyeceğim bir
olay geçti. Garsonlardan biri, fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki
büyük porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde önlerine
baktıkları anda Atatürk, sanki hiçbir şey olmamış gibi Kral'a doğru eğilerek:
--Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim-- diye hem meseleyi
kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu. Garsona da: --Vazifene devam et!--
emrini verdi.-- (Granda, 1973:362-363; Banoğlu,1954-a:76).

  Kişisel karizması ile toplumsal eyleminin iç içe geçmişliği, bu
--eğilmezlik-- ana düşüncesi çevresinde çok iyi görülebilir. --Hürriyet ve
istiklal benim karakterimdir-- sözü yine ulusal bağımsızlığı pekiştirmek için,
Bağımsızlık Savaşı sırasında söylenmiş bir sözdür (Hakimiyet-i Milliye,
23 Nisan 1921).

  Kişisel Karizmanın Yaratılması

  Mustafa Kemal Atatürk'ün kişisel karizması yakınlarının anılarıyla,
özellikle, ölümünden sonra çok daha güçlendirilmiştir. Örneğin, kağıt oyunu
öyküleri bile bu karizmaya katkıda bulunur. Hikayenin birini Şükrü Kaya'nın
özel kalem müdürü Nejat Saner anlatıyor:

  --Atatürk, İran Şah'ı, İsmet İnönü, İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Lorraine,
Şükrü Saraçoğlu poker oynuyorlardı. (Sonradan Şükrü Saraçoğlu yerini,
Orgeneral Fahrettin Altay'a bırakacaktı.) Heyecanla seyrediyoruz. Bir kağıt
dağılışında oyun açılmış, İsmet İnönü ve Sir Percy Lorraine ellerindeki
kağıtlara göre oyuna girmişlerdi. Birdenbire Atatürk, kendi kağıtlarına
bakmadan İran Şah'ına, --Ali Biraderim, müsaade ederseniz ben sizin
kağıtlarınızla bu oyuna gireyim-- dedi. Buna karşı Şah, --Memnuniyetle Ali
Biraderim-- diyerek kağıtlarını Atatürk'e verdi. Kağıt istenildiği zaman
İsmet İnönü iki kağıt aldı. Sir Percy Lorraine ise hiç kağıt istemedi.
Atatürk de iki kağıt alarak bakmadan, --Rest-- dedi. İsmet İnönü, elinde küçük
bir üç olduğu için kaçtı. İngiliz Büyükelçisinde ise servi bir küçük ful
varmış, --Gördüm-- diye cevap verdi. Kağıtlar açılınca, Atatürk'ün üç asına,
iki dam gelmiş olduğu görüldü ve tabii bütün potu Şah adına Atatürk aldı ve
gülerek İsmet Paşa'ya, --İnönü! Sefir Cenaplarına söyle, benim şansımla Şah
Hazretlerinin şansı birleşince, işte böyle kuvvetli olur-- dedi ve ilave etti:
--Ama kendileri de bize katılırsa cihanda kuvvetli oluruz. Değil mi?--
(Saner, 1975:60-61).

  Görüldüğü gibi bu öyküde, Atatürk'ün şansının bile ötekilerden iyi olduğu
ve kişisel yetenekleriyle de bu şansı politika alanında bile değerlendirdiği
belirtiliyor. Hüsrev Gerede'nin anlattığı bir başka poker öyküsü de kişisel
yetenekleri oldukça vurgular:

  --Atatürk, hiçbir zaman talih oyunlarını sevmez, arkadaşlarını da kumardan
uzak görmek isterdi. Bazen vakit geçirmek için poker oynadığı olurdu. Bizzat
bana anlattığına göre, sevdiği ve takdir ettiği bir yabancı sefir ve madam ile
bir akşam yemeğini müteakip pokere oturmuşlar. Şakadan oynandığını sezemeyen
sefirin madamı, Atatürk'ün kaybetmeye başladığını görünce kendi diliyle:
--Türk liraları bizim memlekete akıyor-- diye memnuniyetini belirtmiş. Bu sözü
güzelce anlayan Atatürk, hiç anlamamış görünerek, oyuna gayret vermiş.
Saatler geçtikçe, fevkalbeşer mütehammil bir vücut ve kafanın ezici ve
bunaltıcı hakimiyeti altında sefir cenapları yavaş yavaş çökmeye ve nihayet
alabildiğine kaybetmeye başlamış. Zavallı madam, betbeniz atmış bir halde, bu
kadar borcun altından nasıl kalkabileceklerini düşünürken, Atatürk,
--Madam...Şimdi de sizin paracıklarınız Türkiye'ye akıyor!-- demiş. Fakat
kadıncağızı fazla üzmemek için de, hemen oyunun, ciddi..olmadığını, bir
şakadan ibaret olduğunu söyleyerek, misafirlerinin yüreğine kibarca su
serpmiş...-- (Banoğlu, 1954-a:85).

  Bu hikayedeki --fevkalbeşer-- sözcüğü bilindiği gibi, doğrudan doğruya
--insanüstü-- demektir. Bu açıdan, Anadolu'ya geçerken yanına kurmay başkanı
olarak aldığı Hüsrev Gerede'nin bu anısını, tam --karizma yapıcı-- bir öge
olarak ele almak olanağı vardır. İran Şah'ı ile birlikte oynanan poker ile
birleştirildiğinde, öykünün mesajı ve önemi daha da belirginleşir.

  Hıfzı Veldet de Atatürk'ü şöyle anlatıyor:

  --Bence Meclis'in en iyi konuşan ve olayları en doyurucu biçimde anlatan
hatibi Muştafa Kemal Paşa'ydı. Kesin ifadeli, çok etkili, kararlı, zaman
zaman sertlik taşıyan, fakat batmayan, ürkütmeyen bir konuşma tarzı vardı
Reis Paşa'nın.

  O, seyrek, fakat özlü konuşurdu.

  Meclis'e başkanlık ettiği günler, laf meraklısı kimi milletvekillerinin
konu dışına çıkmalarına müsade etmez, görüşmeleri, her zaman, tartışılan
konunun doğrultusunda yürütür ve böylece çalışmalardan daha çabuk sonuç
alınır, işler daha çabuk yürürdü.-- (Velidedeoğlu, 1971: 201).

  :::::::::::::::::::

  II-) KARİZMATİK LİDER OLARAK MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ÖZELLİKLERİ

  Atatürk'ün --insanüstü-- ya da --doğaüstü-- kişiliği hakkında anı, öykü, olay,
söylenti ve yorumlar hep birlikte, onun --karizma--sını oluşturur.

  Mustafa Kemal Atatürk hakkında anlatılanları ve kendisinin anlattıklarını
dikkatli bir gözle incelersek şu noktalarda yoğunlaşan --karizmatik ögeler--
görürüz.

  1) Gerektiğinde adeta yemez içmez ve uyumazdı. Bunun en tipik örnekleri
Bağımsızlık Savaşı sıralarında ve Büyük Nutuk'unu yazarken görülmüştür. Hatta
genellikle geceleri uyumaktan hoşlanmadığı ve sofrası dağıldıktan sonra,
odasına çekilip uyumak yerine okuduğu ve bu yüzden Mahmut Esat Bozkurt
tarafından ona --Türk Milletinin Gece Bekçisi-- adı takıldığı söylenir.

  Bu konuda kendisine uzun yıllar hizmet etmiş olan Cemal Granda (Çelebi) şu
öyküyü aktarıyor:

  --Atatürk için --içkiyi bırakmaz-- diyenler, acaba bir gün gelip
aldanacaklarını hiç düşünmüşler midir? O'na içkiyi bıraktırmak isteyenler, o
zaman kimbilir nasıl şaşırmışlardır? Evet, bu kadar içki kullanan ve ondan
ayrılmaz görünen adam, üç ay hiç rakı içmeden de durabiliyor.

  Atatürk hiç kimsede bulunmayan büyük bir irade gücüne sahipti. Eğlenmesini
de, içmesini de, çalışmasını da çok iyi bilirdi. Büyük Nutuk'unu yazarken ben
bunun tanığı oldum. Akşamları yine sofra kuruluyor, herkes karşısında yiyor,
içiyor, fakat O, ağzına bir damla bile içki koymuyordu. Hatta yemek yerken
herkesin içkisini gülümsemeyle seyredişi hala, gözümün önündedir. Oysa ben
içkiye alışkın insanların bir gün bile içmeden duramayacaklarını sanırdım.
Atatürk'ün tam üç ay kendi isteğiyle içkiye boykotuna benimle birlikte tüm
çevresindekiler de şaşıp kalmışlardı. Bu da O'nun görev aşkını ve
sorumluluğunu, alışkanlıklarının ve beğenilerinin de üstünde tuttuğunun en
güzel örneklerinden biridir.

  Atatürk'ün sevdiği ve güvendiği insanlardan otuzbeş yıllık arkadaşı İzmit
Milletvekili Süreyya Yiğit, bir anısında şunları anlatmıştı: --Atatürk, büyük
işler hazırlarken asla alkole ilgi göstermezdi. Nitekim Erzurum'dayken biz
içerdik, o içki teklifimizi kabul etmez, kahve içmekle yetinirdi. Korkunç
derecede irade gücü vardı. İçkiyi irade zaafından değil, düpedüz sarhoş
olmak için içerdi.--

  Çankaya Köşkü'nde Büyük Nutuk'unu hazırlarken, hiç içki içmediği gibi,
kırksekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle
ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat O binlerce belge arasından
ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten
çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur,
sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta,
çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışmanın, insan gücünün nasıl üstüne
çıkışını gösterdiği için, ayrı bir önem de taşımaktadır.

  Atatürk'ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de görmüş ve gözlerime
inanamamıştım. Cephede değildik, savaş da yoktu. Uykusuzluğu gerektirecek
önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat O, bir işe, ama ciddi
bir işe başladı mı, onun sonunun geldiğini görmeden asla rahat edemezdi.

  Atatürk, çalışmaları sırasında yer ve zaman ögeleriyle ilgili değildi.
Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir
görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende
ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence
anında sofrada bile karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti,
konuşmayı hemen yarıda keser, --Beni mi istiyorsun ?-- diye kalkıp giderdi.
Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de
yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi. Bazen hiç durmadan okuduğu,
kırksekiz saat aralıksız çalıştığı da olmuştur. Çankaya Köşkü'nde eline
geçirdiği bir tarih kitabını bitirmek için iki gün, iki gece hiç yatağa
girmemiş, şezlongta dinlenmekle yetinmişti. Yalnız kaldığı ya da okuduğu
zamanlar masaya pek iltifat etmez, koltuğa babdaş kurup oturmayı daha çok
severdi.

  Tarihle uğraştığı sıralarda, Atatürk içerde çalışıyor, ben kapıda oturmuş
bekliyordum. Ara sıra uyumamak için banyoya gidip, yüzüme su vuruyor, sonra
anahtar deliğine gözümü uydurup, bir post üzerinde yüzükoyun uzanıp Nutku
hazırlayan Atatürk'ü gözetliyordum Saat sabahın beşine geliyordu. Uykumu
dağıtmak için elime bir kitap almıştım. Adı --İzmir'in İşgali--ydi. Çok meraklı
olan bu kitaba kendimi kaptırdığım halde, tüm uğraşım boşa gitmiş, şafak
sökerken dayanamamış, yorgunluğun etkişiyle uyuyakalmışım.

  Bu sırada Atatürk zile basmış, fakat ben koltukta derin bir uykuya
daldığım için uyanamamışım. Zille uyandıramayınca, kendisi çağırmak zorunda
kalmış. Bir de baktım ki, kapıyı aralamış: --Çelebi, Çelebi!-- diye sesleniyor.
Hemen yerimden fırladım, --Paşam. Emrediniz...-- diyebildim.

  Ama bendeki korkuyu varın siz hesap edin. Bağıracak, parlayacak diye ödüm
kopuyordu. Ellerimi önüme kavuşturmuş, bekliyordum. Fakat nedense kızmadı.
Gayet sakin yüzüme bakarak, --Bana bir kahve getiriniz-- dedi.

  Hemen koştum. Orta şekerli bir kahve yapıp getirdim. Daha kahveyi içmeden,
--Senin tahammülün kalmamış, haydi git yat, arkadaşların gelsin!-- dedi.
Söyleyecek hiçbir şey kalmamıştı. Sadece kekeleyerek, --Paşam, uyumadım.
Kitap okurken içim geçmiş-- diyebildim. Gidip arkadaşları kaldırdım. Hizmeti
devrettim ve yatmaya gittim.

  Akşam nöbet sırası yine bana gelmişti. Üçüncü gecedir ki, Atatürk gözünü
kırpmıyordu. Kütüphanede yere serili bir ayı postunun üstüne uzanıyor ve
çalışıyordu. Notların arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla doluydu.
Sadece duş yapıyor, kurulanıp tekrar odaya kapanıyordu. Yemeği bile
kütüphaneye getiriyorduk. Yüzü hafifçe süzülmüş gibi geldi bana.--
(Granda, 1973:72-75).

  2) Son derece cesurdu, ölümden bile korkmazdı. Özellikle savaş alanlarında
gerek birliklerine ve ast komutanlarına, gerekse üst komutanlarına
davranışları bunun kanıtları olarak anlatılır. Ayrıca, Bağımsızlık Savaşı'nı
örgütlerken Ali Galip olayı ve Sivas'a gidişi, küçüklüğündeki savaş
oyunlarında Asaf İlbay'ın anlattığı --baskın girişkenliği--
(Gençosman, Banoğlu, 1971:36), cesaret ögesini kişisel niteliği ile birlikte,
toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Mahmut Yesari bu
niteliğinden dolayı onu --korku bilmeyen adam olarak tanıdım-- der. Onu tedavi
eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretini kastederek, hastalığı sırasında
--Ölüm ondan korktu-- demiştir.

  Aşağıdaki satırlar, bu konudaki karizmasının nasıl oluştuğunu çok iyi
belirler:

  --Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkale'de Anafartalar grubu kumandanıydı.
Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti.

  Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. --O--,
--Paşalar--a kumanda eden bir --Bey--di.

  Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşa'nın
cesareti, ataklığı dillere destandı.

  Ben lapacı padişaha vekalet eden başkumandan vekilinin gözlerinde, daima
bir komiteci hilekarlığı gördüm.

  Çanakkale'de çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle
musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş
hattına geldiği zaman, birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını
görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da
gördüm.

  --O--, sipere bir salona giren bir erkanıharp zabiti gibi girdi. Ve
sıçanyollarında, ona yol gösterdiğim oldu.

  Evet, bu yazıların başında, yıllardan beri görmeye alıştığınız imzanın
sahibi, Çanakkale harbinde ihtiyat zabit namzedi Mahmut Esat Efendi'ydi
(Mahmut Yesari).

  Ben, ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına
alışmış olduğum halde titriyordum, fakat --O--, boyunun uzunluğuna rağmen,
ayaklarının ucuna basarak doğrulur; siperlerin üzerinden düşman siperlerine
bakardı.

  --Düşman siperlerine bakmak!-- Bu, hiç kolay değildi. Düşman ateşten göz
açtırmazdı. --O--, bu --göz açtırmayan ateş--e --gözlerini kırpmadan-- bakardı.

  --O--nu ben, ilk defa, --Korku bilmeyen adam-- olarak tanıdım.--
(Banoğlu, 1955:75) .

  3) Çok iyi bir komutandı. Cephede bulunan komutanların gözleriyle
göremediklerini görürdü. Yunus Nadi şu öyküyü anlatıyor:

  --Sakarya muharebesinden sonraydı. Erkanıharp zabiti cepheden alınan
malumatı Başkumandan Müşir Gazi Mustafa Kemal'e okuyordu. Malumat meyanında
cephe kumandanlarından birinin Seyit Gazi veya Döker'in bilmem ne kadar şark
veya şimalinde bir düşman fırkası görüldüğünden bahsediyordu. Paşa kaşlarını
çatarak, --Hayır, orada düşman fırkası olamaz ve yoktur. Yazınız, iyi
baksınlar!-- dedi. Erkanıharp zabiti gittikten sonra orada iki saat daha kaldı.
Biz öğle yemeği yerken, zabit tekrar geldi.. --Haber aldım filhakika orada
düşman fırkası yokmuş efendim-- dedi. Cephedeki kumandan gözle görülen bir
düşman fırkasından bahsederken, Gazi Paşa, altıyüz kilometre uzaktan orada
düşman fırkası olmadığını görüyor ve ihtar ediyordu
(Banoğlu, 1955:59 ve 92-93). (Banoğlu bu fıkrayı aynı kitabın iki ayrı yerinde
iki ayrı ağızdan ve iki ayrı biçimde aktarmaktadır. İkinci biçim, Muzaffer
Kılıç tarafından anlatılmıştır ve birinciden biraz daha ayrıntılı olmakla
birlikte esas bakımından aynıdır.)

  İyi komutanlığı yalnız üstün görüş yeteneğinden değil, cesaretinden ve
askerlik bilgisinin yüksek oluşundan gelirdi. Kendisinin anlattığı şu öykü bu
konudaki özelliğini daha iyi vurgular:

  --...Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat
vermelerini söyledim. Denizden mestur olarak on dakika tevakkuf edecekler,
sonra beni takip edeceklerdi. Ben de, orada bir Aptalgeçidi vardır, o
Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve
sertabip ile oralarda tekrar bulunduğumuz fırka cebel topçu taburu kumandanı
olduğu halde evvela atlı olarak yürümeğe teşebbüs ettik, fakat arazi müşait
değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na vardik. Şimdi burada
tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve vak'anın en mühim anı
bence budur.

  ... Bu esnada Conkbayırı'nın cenubundakii 261 rakımlı tepeden sahilin
tarassut ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının
Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu muhavereyi
aynen okuyacağım: Bizzat bu efradın önüne çıkarak: --Niçin kaçıyorsunuz?--
dedim. --Efendim düşman-- dediler. --Nerede?-- --İşte--, diye 261 rakımlı tepeyi
gösterdiler.

  Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali
serbestiyle ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi
bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye
gelmiş.... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman,
benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete düçar olacaktı.
O zaman artık bunu bilmiyordum, bir muhakemei mantıkıye midir, yoksa sevki
tabii ile midir, bilmiyorum, kaçan efrada: --Düşmandan kaçılmaz-- dedim.
--Cephanemiz kalmadı-- dediler. --Cephaneniz yoksa, süngünüz var-- dedim.

  Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda
Conkbayırı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının
yetişebilen efradının --marş marş--la benim bulunduğum yere gelmeleri için
yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca
düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır..--
(Mustafa Kemal, 1955:13-14), Aktaran: Uluğ İğdemir).

  Ayrıca, bir komutanın liderlik niteliklerine de sahipti. Sevr'in
umutsuzluğunu toplumsal bir savaş heyecanına dönüştürecek ölçüde toplumsal
liderlik niteliklerine sahipti (Ansart, 1981).

  4) Çok ileri görüşlüydü. Gerek Türkiye'ye, gerekse dünyaya ilişkin yargıları
hep doğru çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya
Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward'ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı,
Mussolini'nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı'nın aslında bir
Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı, İkinci Dünya Savaşı'nda Romanya'nın
kaderi, Hatay konusunda Fransa'nın tutumu hep doğru tahmin ettiği olaylardır.
Türkiye hakkındaki yargıları ise, olayları bizzat kendi iradesiyle de
biçimlendirdiği için hemen hemen hiç yanlış çıkmamıştır.

  Özellikle uluslararası ilişkilerde belirginleşen bu ileri görüşlülük 1935
yılında Gladys Baker'in ağzından aktarılan şu öyküde iyice vurgulanır:

  --Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek mi?
--Olanak yok-- dedi. --Olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika'nın milletler
topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır. Coğrafi
durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla
bağlıdırlar.--

  Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor.
--Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde
oturmaktadır. Eğer apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse,
diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de
aynı şey olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması
olanaksızdır.--

  Atatürk şu sözleri ilave etti: --Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve
dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset
ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmeşine hiçbir zaman izin
veremez.-- (Arıburnu, 1976:328).

  5) İnsanları iyi tanır ve kimi nerede, nasıl görevlendireceğini bilirdi.
Lozan Konferansı'na Rauf Bey yerine İsmet Paşa'yı seçerek yollaması, ordu
komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği
bakanlar ve öteki yöneticiler, sofrasının değişen konukları hep bu
yeteneğinin belirtisidir. Örneğin, İsmet Paşa'yı Lozan'a --Başmurahhas-- olarak
yollarken yaptığı şu değerlendirme, ondan sonra yıllarca siyaset sahnesinde
kalan İsmet Paşa'yı ne güzel anlatır:

  --... Siz İsmet Paşa'yı tanımıyorsunuz. Çünkü, ömrü cephede geçti. Ankara'da
pek az müddet kaldı. Tanımaya vakit ve imkan bulamadınız. Bu adam zekidir,
müdebbirdir. Bilhassa ileriyi görüş ve tetkik hassası kuvvetlidir. Mesela
içinizden birini şu masayı devirmeye memur etsem, iki üç, nihayet dört
şekilde devirebilir. Halbuki İsmet Paşa, bunu sekiz on şekilde devirmek
iktidarına maliktir.-- (Banoğlu, 1955:85).

  Bu konuda bir başka küçük fıkra durumu bir başka açıdan, olumsuz kişiler
yönünden daha iyi değerlendirmemize de yardımcı olacaktır. Osmanzade Hamdi'nin
ağzından Banoğlu aktarıyor:

  --İsmi lazım değil, böylelerinden biri, bir gün tesadüfen sofrasında
bulunuyordu. Onu göstererek, sofradakilere dedi ki: --Bu zatı tanır mısınız?
Devri Hamidi'de Padişahın meddahıydı. ..Meşrutiyet olunca, onun aleyhinde
bulunarak, İttihat ve Terakki'ye sokuldu. Onlar da düşünce, aleyhlerinde
demediğini, yazmadığını bırakmadı. Şimdi bizden görünüyor. Fakat bizim de
arkamızdan kimbilir neler söyleyecek!-- Biz bu sözlere sanki kendimiz muhatap
oluyormuşuz gibi, renkten renge girerken, asıl muhatap olan zatı şerif ise:
--Allah ömürler versin Paşam...-- diye yaltaklana yaltaklana yılışıyordu.
Atatürk'ün --kötü-- bilerek, sevmediklerini de bazen kullanmakta müamahakar
davranışının, herhalde, bizce meçhul, bir sebep ve hikmet vardı.--
(Banoğlu, 1954-b:94).

  İnsanları değerlendirmesi hem olumlu, hem de olumsuz kişiler için nesnel ve
başarılıydı. Şu örnek de başka bir olumlu değerlendirmenin öyküsüdür:

  --Birinci Meclis'in kuruluşundan kısa bir zaman sonra asilerin Nallıhan'da,
kaymakamı balta ile kestikten sonra, Ankara üzerine yürüyecekleri şayi
olmuştu. Meclis azaları, Mustafa Kemal Paşa'ya başvurdular. O da bilatereddüt,
--Refet Bey'i (Paşa) gönderelim. Başka çaremiz yok... Bu işin hakkından ancak
o gelebilir-- dedi.

  Hiç unutmam, Refet Bey, atına binerek arkasında Bursalı Hüsnü Başçavuş
isminde askerle, Nallıhan istikametine yollandı.

  Hepimiz müthiş bir heyecan ve korku içinde büyük tereddütlerle Refet Bey'i
uğurladık:

  Gitti... Hayret edilecek bir süratle isyanı bastırdı ve arkasında muhtelif
topçu ve süvari kuvvetleriyle Ankara'ya döndü.-- (Banoğlu, 1955:85).

  6) İlkeleri açısından sert, kişisel açıdan hoşgörülü ve bağışlayıcıydı.
Atatürk , hakkında anlatılanların vurguladığı bir başka gerçek, ilkelerinden
ve özellikle devrimlerinden hiç ödün vermediği, buna karşılık, kişisel
bakımdan hoşgörülü ve bağışlayıcı olduğuydu. Şu öykü gerek ilkeler, gerekse
kişisel bağışlayıcılığı açısından ilginçtir:

  --Florya köşkünde mutad akademik toplantıların yapıldığı bir gecedir.
Atatürk'ün huzurunda birçok ilim adamı vardır. Vali ve belediye reisi
Muhittin Üstündağ da sofrada hazır bulunanlar arasındadır. Mevzu, dil
devriminin gittikçe ilerlemekte ve inkişaf etmekte olan araştırmalarına
intikal etmiştir . Muhittin Üstündağ, ilmine ve fazlına çok inandığı Osman
Ergin'den bahsediyor, şahsi olmamakla beraber zirai terimler üzerinde çok
orijinal bir tetkik yapmış olduğunu söylüyor. Atatürk bundan çok memnun
oluyor ve --Çağıralım buraya-- buyuruyor. Osman Ergin o zaman Büyükada'da
oturmaktadır. Florya köşkünden kalkan bir motör Osman Ergin'i getirmek için
yola çıkıyor. Muhittin Üstündağ, --Son hazırladığı ziraat makalesini de
beraberinde getirsin-- haberini gönderiyor. Büyük bilgin Osman Ergin, gece
yarısı Muhittin Bey'in haberini alınca, telaşlanıyor. Nereye, niçin davet
edildiğini anlamıştır. Atatürk'ün huzuruna davet edilmesini, hayatında bir
fali-hayır addediyor. Ömrü boyunca, mütevazi köşesinde sadece ilim aşkıyla
çalışmanın mükafatını ancak bugün görecektir. Kendisini yakından tanıyan ve
hürmet eden Muhittin Üstündağ'a da böyle bir zemin hazırladığı için minnet
duymaktadır. Osman Ergin'in motöre binerek Florya köşküne gelinceye kadar
geçirdiği zaman, büyük ilim adamına sonsuz bir inşirah vermiştir. Ilık bir
rüzgar esmekte, motör denizi yara yara mesafeleri yutmaktadır. Motör, köşkün
iskelesine yanaştığı vakit memurlar, polisler koşuyorlar, iskeleye çıkan
Osman Ergin'i hürmet ve tazimle selamlıyorlar. Haber veriliyor ve Osman Ergin
derhal içeri alınıyor. Atatürk'ün gözlerinde neşeli pırıltılar yanıp
sönmektedir. Muhittin Üstündağ, Osman Ergin'i Büyük Ata'ya takdim ediyor.
Atatürk, --Muhittin'i bunun için severim. İlim adamlarını buluyor, onları
himaye ediyor...-- Ve Osman Ergin'i yanındaki koltuğa davet ediyor. Hazırladığı
makaleyi okumasını emrediyor. Osman Ergin, makalesini çıkarıyor. Bütün ömrünü
bu milletin ve bu memleketin irfan hayatına hizmette harcamış olan büyük
bilgin okudukça Ata takdirlerini saklamıyor, arada bir, bir kelime, bir buluş
hakkında bizzat izahat vererek Osman Ergin'in isabetli fikirlerini alkışlıyor.
Makalenin okunması bittiği zaman herkes memnundur. Herkesin yüzünde Ata'nın
memnuniyetinden duyulan hazzın izleri titreşmektedir. Osman Ergin, derin bir
nefes aldıktan sonra, makalesini katlayıp cebine koymak üzeredir. Birden bir
hadise... Hiç beklenmeyen bir hadise... Ata'nın kaşları çatılmış, biraz
evvelki tatlı, mültefit sesi çelik gibi şertleşmiştir. --Ver bakalım Osman Bey
şu makale müsveddelerini!-- Bu ses salonda hazır bulunanların hepsini birden
irkiltmişti. Osman Ergin, cebine koymak üzere bulunduğu makaleyi Atatürk'e
uzatmadan önce, hazır bulunanlardan bazılarının yüzlerine şöyle seri bir
nazar atfediyor. Okuduğu mana, kendisini büsbütün şaşırtıyor ve gayriihtiyari
elindeki müsveddeleri Atatürk'e uzatıyor. Şimdi Ata'nın kalın kaşları
çatılmış, açık alnı kırışıklıklarla dolmuştu. Hiç kimsede ne ses, ne küçük bir
hareket vardır. Muhittin Üstündağ başını önüne eğmiş, Ata'nın sofrasında daha
fazla imtiyazı olanlar, daha bir dakika evvel bizzat Atatürk'ün içten
takdirlerini toplayan Osman Ergin'e acır gibi bakıyorlar. Bu derin sükutu,
ruhları ürperten, sert, ordusuna ölüm dirim komutasını veren bir askerin gür
sesi, Atatürk'ün asabi olduğu kadar heyecanlı sesi ihlal ediyor. --Siz Bay
Osman Ergin, benim bu memlekette bir harf inkılabı yaptığımı bilmiyor
musunuz?-- Bu derin şükutun muamması artık çözülmüştü. Fakat hakikaten özlü,
büyük bir çalışma neticesinde hazırlanmış ve üstelik, birçok ilim adamlarına ve
profesörlere nasip olmayan takdirleri kazanmış bulunan bu makalenin en büyük,
hatta affedilmez hatası, Arap harfleri ile yazılmış olmasıydı. Atatürk'ün bu
husustaki sonsuz hassasiyetini çok iyi bilenlerden biri de Muhittin Üstündağ
olduğu halde, nasıl olmuş da hatırlayamamış ve Osman Ergin'e bu noktayı
bildirmemişti. Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Şimdi Ata'nın bu
asabiyetini kim ve nasıl teskin edecekti? Buna kimse cesaret edemiyor, hazır
bulunanlardan bir tanesi, ara bulma ve şefaat dileme yoluna gidemiyordu.
Atatürk, elindeki müsveddeleri buruşturuyor, sonra Osman Ergin'e soruyor:
--Sizin memuriyetiniz ne idi?-- Vak'anın bundan sonraki kısmını, Osman Ergin'in
ağzından nakledelim. Osman Ergin diyor ki Atatürk, --Benim bu memlekette bir
harf inkılabı yaptığımı bilmiyor musunuz?-- dediği vakit, beynimden vurulmuşa
dönmüştüm. Gözlerim kararmış, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Davanın
tamamiyle kaybedilmiş olduğunu anlıyor ve buradan nasıl kurtulacağımı
düşünüyordum. İkinci suali sebebini anlayamadığım bir hisle beni ümide
düşürdü, memuriyetimi soruyordu. Belki bunda bir necat yolu vardı. Derhal,
--Mektupçuyum Atam...-- diye cevap verdim. Bu cevabım Ata'yı teskin edecek
miydi? Bu ümidim de ancak birkaç saniye sürdü. Atatürk biraz evvelki şiddetle,
--Bu mektupçuluğu tamamiyle lağvetmeli!..-- diye gürledi. Önce söylenen sözleri
kendi kendime bir daha tekrarladım. Sesin kulaklarımdaki aksini içimde
duymağa çalıştım. Evet, Atatürk, yurttaki bütün mektupçuları azledeceğini
söylemişti. O zaman gözümün önüne tanıdığım birçok mektupçu dostlarım
geldiler. Ve büyük bir ateş içimi kapladı. Benim yüzümden bunca günahsız
mektupçular, birden azledilecekler, aç, perişan kalacaklardı. Ve zavallı
meslekdaşlarıma ben sebep olacaktım. Nasıl oldu, ani bir ilham geldi, bunu
hala bilmiyorum. Salonda bulunanların hepsini sindiren ve herkesi titreten
Ata'nın bu hiddeti karşısında ben birden cesaretlenmiştim. Kelimeler
kendiliğinden ağzımdan döküldü: --Atam, dedim, mahvedecekseniz beni mahvediniz,
diğer meslekdaşların bunda ne günahları vardır... Atatürk'ün birden bana doğru
döndüğünü ve şert bakışlarını bana tevcih ettiğini gördüm. Asabiyeti
eksiltmemiş, artmıştı. Elindeki kalemi şiddette yere çarptı ve: --Ben kimseyi
mahvetmem!..-- dedi. Ruhumda tatlı bir rüzgar esmeye başlamıştı. Demek,
meslekdaşlarım mahvolmaktan kurtulmuşlardı. Oh!.. Bu, benim için ne büyük
saadetti. Fakat hala, orada hazır bulunanların sesi çıkmıyor, hala hepsi
susuyordu. Biraz evvel boynunu büken Muhittin Üstündağ'a diğerleri de imtisal
etmişlerdi. Onlar da önlerine bakıyorlar, kimse imdadıma yetişmiyordu. Bu hal,
maneviyatımı büsbütün bozuyor, yıkıyordu. Artık, fazla bir şey ne
düşünebiliyor, ne de düşünsem söyleyebilecek takate sahip bulunuyordum. Bu
derin, sinir bozucu sükutu yine Atatürk bozdu, kulaklarda değil, kalpte
duyulan bir sesle, sadece: --Vasıta!-- dedi. İnsan kafasında ne kadar olgun
fikir yuva yapmış olursa olsun, hadiseler, çok defa insanı çocuklaştırır,
çocukça düşündürür. Bu mecliste bir suçluydum. Ata'nın inkılaplarına cephe
alan bir suçlu ve suçum en yakın dostlarım tarafından bile kabul ediliyordu.
O kadar ki, beni müdafaaya bile kimse cesaret edemiyordu. O halde --vasıta--
neydi? Böyle zamanlarda şeytan da vazifesini bütün kudretiyle yapar. --Vasıta--
bana Abdülhamit devrini hatırlatmıştı. Yoksa ayaklarıma taş bağlayarak beni
denizin dibine mi göndereceklerdi? Bu ıstıraplı hal fazla devam etmedi. Bir
sivil nezaketle dışarı davet etti. Yerimden güçlükle kalkarak yürüdüm.
Kapının önündeki polisler, yine içeri girerken olduğu gibi tazim ile
selamlıyorlardı. İskelenin yanına geldik. Beni en büyük ümitlerle buraya
getiren motör, iskeleye yanaşmış, duruyordu. Polis doğru oraya gitti ve
kenara çekilerek yol gösterdi. Motöre, boş bir çuval gibi dönmüştüm. Derin
derin nefes alıyor ve birkaç dakika içinde geçen vukuatı kafamda toplamaya
çalışıyordum. Bir aralık aynı polis yaklaştı: --Paşa da gelecek, onun için
biraz bekleyeceksiniz-- dedi. Paşa niçin gelecekti, ben ne kadar daha
bekleyecektim? Bunlardan bir netice çıkaracak halde değildim. Kımıldamadan
uzanmış, yıldızlara dalmıştım. Bu halde ne kadar bekledim, ne kadar zaman
geçti, bilmiyorum. Bir aralık bir ayak sesi duydum. Gayri ihtiyari başım o
tarafa döndü. Bakar bakmaz da, kelimelerle izahı mümkün olmayan ani ve müthiş
bir sarsıntı geçirdim. Çünkü köşkün iskelesinde bana doğru ilerleyen bizzat
Atatürk'tü ve yalnızdı. Bir hayal görmekte olduğum zehabına kapıldım. Korkunç
derecede ağırlaşmış olan elimi güçlükle kaldırarak gözlerimi oğuşturdum.
Hayır, gördüğüm hayal değildi. Atatürk, kısa, kollu bir gömlek giymişti ve
ağır adımlarla bana doğru geliyordu. Benim için yapacak en küçük bir hareket
yoktu. Esasen bir şey düşünemiyordum. Belki hava almaya çıkmıştı, beni
görmeden dönebilirdi. Görülmeyi istemiyordum, fakat kendimi gizlemeye de
imkan yoktu. Atatürk, istikametini bana tevcih etmişti. Birkaç adım sonra
motörün yanında durdu ve elini bana uzattı. Sert, fakat, tatlı, müşfik bir
sesle: --Osman Bey-- dedi, --sizi biraz kırdım.-- Cevap veremedim. Elimi sıkmıştı,
iltifat ediyordu. Ben yerimden kalkmıyordum. --Böyle yapmaya mecburdum.
Yazınız beni cidden memnun etti, çok çalışmışsınız, çok güzel buluşlarınız
vardır. Yalnız, bilmelisiniz ki, bu millet için yaptığımız inkılapları, her
türlü manii yıkarak yaşatmaya mecburuz. Bu inkılabın esaslarını tatbik
etmekle mükellef olan kimseler de bunu böylece bilmelidirler. Binaenaleyh,
içerideki vak'a, daha fazla onlara, orada hazır bulunanlara bir ders olsun
diye vukua gelmiştir, Senin şahsına istemeyerek yapılan bu hareketi hoş
görmeniz lazımdır.-- (Banoğlu, 1954-a:20-23).

  Görüldüğü gibi, bir kısmı doğrudan doğruya onu yaşayan Osman Ergin'in
ağzından olmak üzere, Banoğlu tarafından aktarılan bu fıkra, yalnız
Atatürk'ün birkaç karizmatik özelliğini birden belirtmekle kalmıyor, aynı
zamanda bu karizmatik lider karşısında, bir insanın iç dünyasını ve onun
karizmasını nasıl gördüğünü de yansıtıyor. Ayrıca, fıkranın bir özelliği de
Atatürk'ün kimi zaman bütünüyle, çevresine belli bildirileri aktarmak için
planlı ve programlı bir tutum içinde olduğunu ortaya koymasıdır. İlerde
üzerinde ayrıca duracağım bu konuya, yani Atatürk'ün kendi liderliğini
bilinçli bir biçimde kullanma konusuna, şimdilik yalnız işaret etmekle
yetiniyorum. Fıkranın buradaki önemi, ilkelerdeki ödünsüzlüğü ve kişisel
hoşgörüyü vurgulaması ve karizmanın bir başkası tarafından nasıl
algılandığını belirtmesidir.

  Biraz farklı, fakat benzer bir olay kendisine verilen çiçeği, veren
öğretmen peçeli diye almamasıdır. Sonuçta peçe açılmış, çiçek alınmıştır
(Aslan, 1981:159-163).

  7) Duruma göre esnek davranmasını bilirdi. Onun her durumun üstesinden
geleceğine, bütün karşıtlarıyla şu ya da bu biçimde başa çıkacağına olan
inanç her zaman Mustafa Kemal'in cesaretine ve atılganlığına da bağlı değildi.
Kimi zamanlar onun, uygun durumu beklediği ve bu bekleyiş sırasında boyun
eğmiş göründüğü anlatılanlar arasındadır. Onun bu tutumunu, bütün Bağımsızlık
Savaşı süresince Padişah'a açıkça karşı çıkmamasında, Çerkes Etem'e son
dakikaya dek tahammül etmesinde ve benzeri pek çok genel stratejik olayda
görmek olanağı vardır. Şu hikaye durumu çok daha açık olarak belirleyecektir:
Birinci Meclis zamanında, İkinci Grup, Trabzon'a vali vekili olarak atanan
bir komutan dolayısıyla, zamanın Dahiliye Vekili Fethi Bey'i sorguya
çekmektedir. Sorguyu sonradan Atatürk'ün fedaisi Topal Osman tarafından
öldürülen Trabzon Mebusu Ali Şükrü yönetmektedir. Olayı İsmail Habib Sevük
anlatır:

  --Fethi Bey kimbilir kaçıncı defa kürsüye çıkmaya hazırlanırken ve Ali Şükrü
henüz kürsüdeyken, Birdenbire bir lav patlamış gibi Gazi'nin sesi duyuldu:
--Reis Bey, söz isterim!-- Gazi, Meclis'te çok defa, kapıdan girince sol
tarafta bulunan Diyap Ağa'nın yanında otururdu. Diyap Ağa seksenlik, uzun ve
süt gibi beyaz sakallı, okuma yazması olmayan, fakat Gazi'ye hep --Kurban olam
Paşam!-- diye hitabı itiyat edinmiş, iyi yürekli bir Şark mebusuydu. Şef şimdi
gene onun yanında apansız ayağa kalkmış, --Reis Bey, söz isterim!-- diyor.
Belli, saatlerdir, mes'uliyeti kendinden atıp Şef'e kadar götürmemek için
arkadaşı Fethi Bey'in gösterdiği tahammüle artık kendisi tahammül edemez hale
gelmiştir. Onun ani bir infilakla, --Söz isterim!-- diye ayağa kalkması üzerine
bütün Meclis darabanı durmuş bir kalp gibi sustu. Çıt yok. Baktım, kürsüde
duran Ali Şükrü'nün yüzü sapsarı. --Söz isterim!-- diyen ses infilakinde devam
ediyor. --Dahiliye Vekili yenidir, onu neye sıkıştırıp duruyorlar? Meseleyi
ben bilirim, eğer mes'uliyet varsa bana sorsunlar, ben cevap vereceğim.-- Ali
Şükrü yumuşak ve sakin cevap veriyor: --Meclis Reisimizden istizah hakkımız
olduğunu bilmiyordum ve sanıyordum ki, böyle bir hakkımız yoktur!-- Doğru,
Meclis Reisi demek, fiilen devlet reisi demekti. Devlet reisinden istizah
olunur mu? Aniden bunun farkına varan Şef, o şaklar gibi çıkan sesiyle devam
ediyor: --Yalnız Meclis Reisi değil, aynı zamanda Başkumandanım; o sıfatla
istizah edebilirler!-- Yoo... Bu hiç olmadı. Baktım Ali Şükrü'nün benzi yerine
gelmişti. Mantığın kendisinde olduğunu bilen bir insan emniyetiyle cevap
veriyor. --Mesele askerliğe ait bir iş değil ki Başkumandandan istizah edelim!--
Şefteki infilak yeniden hıza gelmiş bir hamleyle gürledi: --Ne demek! İstihzaha
mevzu olan zat yüksek rütbeli askerdir. Ordunun şerefli bir uzvu hakkında
söylenmedik söz kalmadı. Bu kürsüden bunları mı işitecektir?-- Bu sefer
verilecek cevap daha kolay, nitekim Ali Şükrü de kolayca cevap veriyor: --Biz
onun harekatı hakkındaki istizahı asker olduğu için değil, sırf vali vekili
olduğu için yapıyoruz.-- A... Şef oturuverdi- Sanki hiçbir şey olmamış gibi
Diyap Ağa'yla sakin sakin konuşuyordu. Lavını fırlatıp duran volkan, bak,
birdenbire lavını içine çekivermiş. Şef, Meclis'i hangi silahlarla idare
ediyordu? Teshir, ikna, ilzam, tehdit, ikaz, ifşa, teşhir ... Şimdi yeni bir
silahını daha görüyoruz: --Hazım--. Bu hazım . bize en haşmetli gürleyişinden
daha heybetli geldi.-- (Banoğlu, 1955:63).

  Bu öykünün başına ve sonuna baktığımızda liderin --esnek davranış--ına kanıt
olarak söylenen şu sözleri de görüyoruz:

  --Saklı karar'ın yarısı saltanatın ilgasıyla, tamamı da Cumhuriyet'in
ilanıyla meydana çıkacak. Şefle muhaliflerini yıllarca çarpıştıran bu esas
davada Şef sonuna kadar nasıl muvaffak oldu? Kullandığı silahlar çok
çeşitliydi: --Biz bize benzeriz-- dediği zaman silahı --teshir--dir. --Vazife ve
selahiyet-- nutkunu beş saat söylediği zaman o silah --ikna--dır. Başkumandanlık
meselesinde --Bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım-- dediği zaman o silah
--ilzam-- ve --tehdit--, --Ey Meclis, içinizde casus da var!-- diye bağırdığı zaman
silahı hem --ikaz--, hem --ifşa-- ve... Şefi mebusluktan tecrit için hazırlanan o
sinsi layihaya karşı bütün millete müracaat ettiği zaman da o silah ibretli
bir --teşhir--di.--

  İşte öyküsüne bu sözlerle giren İsmail Habib Sevük, öyküden sonra, --Cesur,
atak, çetin, bütün selahiyeti kendinde toplamış gümbürtülü bir Meclis--i
Atatürk'ün nasıl yönetmiş olduğunu kendine sorarak şu yanıtı veriyor:
--İlzam--dan --hazm--a, --teshir--den --teşhir--e kadar her türlü silahı
kulanarak.-- (Banoğlu, 1955:63).

  8) İçinde bulunduğu küçük gruba her zaman ve her koşulda egemen olurdu.
Atatürk için etrafına egemen olmayla ilgili olarak anlatılan öykülerin önemli
bir kısmı savaş anılarına, geri kalanları da sofrasına ilişkindir. Bütün
anlatılanlara baktığımızda, --O--nun her koşulda, en heyecanlı ve gergin savaş
anlarından, en gevşek, yumuşak şohbet anlarına kadar, çevresine egemen
olduğunu görüyoruz. Bunu kimi zaman baskın biçimindeki eylem, düşünce, öneri
ve sorularıyla yapar, kimi zaman da müthiş bir hazırlık gerektiren konularda
o hazırlığa sahip bir uzman niteliği ile herkesi şaşırtırdı.

  Savaş anlarında çevre ile olan ilişkileri genellikle bir ast-üst hiyerarşisi
içinde oluştuğundan, Osmanlı Ordusundan istifa ettiği ve Ulusal Bağımsızlık
Eylemi'nin hukuksal lideri niteliği kazanmadığı kısa bir dönem dışında; bu
ilişkiler genellikle, cesareti, uzak görüşlülüğü, kavrayış gücünü simgeler.
Oysa, Cumhurbaşkanı olmasına karşın, sofrası çok daha esnek ilişki ve
etkileşimlere tanık olur. Şimdi bu esneklik içindeki liderliği Reşit Galip ile
olan ilişki ve etkileşiminde görelim. En yakın hizmetkarının ağzından
aktarılan bu öykü, Atatürk'ün liderliği hakkında çok önemli ipuçları
vermektedir:

  --Dr. Reşit Galip, Atatürk'ün çok sevdiği ve nazını çektiği arkadaşlarından
biriydi. Sevdiklerinin nazını çekmek, zaten Atatürk'ün başlıca iyi huylarından
biriydi. Reşit Galip'in zekasını, çalışkanlığını, enerjisini, doğru
sözlülüğünü, devrimciliğini, yurtseverliğini, kendisine bağlılığını çok
beğenirdi.

  İşte Atatürk'le Reşit Galip arasında geçen oldukça ilginç bir   tartışma
vardır ki, birçokları tarafından yanlış bilinmektedir. Bir akşam sofrasında
geçen bu tartışmayı; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde
yayınlanan bir yazısında yazmış, sonunu da bilenler tamamlasın demişti.
Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini tamamlamaya çalışacağım.

  Atatürk asla kin tutmazdı. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman
sonra onu affeder, olanları unuturdu. Bu yüzden çevresinden birçokları zaman
zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı.

  Atatürk'e karşı gelen ve meydan okuyan Dr. Reşit Galip de işte gözden düşüp,
sonra itibara kavuşanlardandı.

  Dolmabahçe Sarayı'nın harem kısmında (hususi daire) akşam sofrasını yeni
kurmuştum. Mevsimlerden yazdı. Konuklar birer ikişer geldiler. Ruşen Eşref
Ünaydın, Recep Zühtü, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Dr. Reşit Galip, Celal
Sahir, Hasan Cemil Çambel ve bayanlar vardı.

  Yemek süresince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına dek süren
toplantının sonuna doğru, halkın eğitilmesiyle ilgili konular tartışılmaya
başladı. Milli Eğitim sorunları eleştirilirken Reşit Galip'in ayağa
kalktığını gördüm. Doktorun pek tabii sayılmayan bir hali vardı. Coşkuyla
konuşuyordu. İçi içine sığmıyordu. O tarihte Halkevlerinin denetimi, C.H.P.
Parti Meclisinde bulunan Reşit Galip'in elindeydi (Metni okuyan İbrahim
Cüceoğlu, o dönemde Parti Meclisi olmadığını sözü edilen Kurulun ya Parti
Divanı ya da Parti Genel İdare Kurulu olduğunu söyledi. Granda yanılıyor
herhalde. E.K.). Reşit Galip söze, o zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca'dan
yakınmayla başladı. Halkevlerinin temsil kollarında oynanacak piyeslerdeki
kadın rolleri içim Kız Lisesi'nden kendi istekleriyle seçilecek amatör ruhlu
kadın öğretmenlere, Esat Hoca'nın izin vermediğini söyledi. Tiyatronun eski
Yunan'dan beri insanlık için bir sanat ve kültür kaynağı olduğunu, Halkevleri
temsil kollarının da bu amaçla kurulduğunu, kadının bu kültür hareketinin
dışında bırakılamayacağını, böyle bir düşüncenin devrimlerin ruhuna aykırı
düşeceğini belirttikten sonra, sesini perde perde yükselterek: --Yaşlı
insanlara Vekillik yaptırılmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor!--
diye sert bir dille konuşmaya başladı.

  Atatürk biraz şaşkınlık, fakat büyük bir sabır ve durgunlukla dinlediği bu
sözlerden sonra, --Merak etmeyin, hepsi düzelecek-- diye doktoru yatıştırmaya
çalıştı.

  Atatürk'ün geceki sabrına şaşıyordum doğrusu. Eyüp Peygamber'de bile böyle
sabır yoktu belki. Benim gibi herkeste de aynı şaşkınlık vardı. Atatürk,
doktoru bir kez daha sabır ve durgunluğa çağırdıktan sonra, --Siz böyle
konuşmakta devam ederseniz, ben size muhatap olmamakta mazurum.-- dedi.

  Fakat, doktor öylesine doluydu ki, giderek sesinin tonunu yükseltiyor,
sözlerine gem vuramayarak daha tiz perdeden saldırılarını arttırıyordu.
--Kabahat hep sizde. Hocadır diye cahilleri başımıza koydunuz ! --

  Sofrada bir bomba etkisi yapan bu konuşma üzerine Atatürk, --Memlekette
Maarif Vekili yok mu?..-- --Var ya, Esat Hoca mükemmeldir-- deyince Reşit Galip,
--Hayır-- anlamında başını sallayarak, --Çok iyi ama çok da ihtiyar. Artık ondan
geçmiştir: Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir. Bu memlekete daha
dinç bir Vekil gerektir.-- dedi.

  Bunun üzerine Atatürk'le Reşit Galip arasında şu tartışma geçti: --Yahu
nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur. Kültürü yerinde, ilme vukufu vardır.
Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Beni okutan adam nasıl
Maarif Vekili olamazmış?-- --Değil seni okutmak; senin Allahını okutsa yine bu
adam Maarif Vekili olamaz!--

  O devirde dalkavukların yanında böyle medeni cesaret sahibi, sözünü sakınmaz
cinsten kimseler de vardı. Fakat bu derece ileri gideceği, bir hükümet üyesi
hakkında, hem de Atatürk'ün önünde bu derece şert konuşacağı kimsenin aklından
bile geçmezdi.

  Hepimizin rengi sararmıştı. Korkudan titriyorduk; konuklar donup
kalmışlardı. Hiç beklemediğimiz bu konuşma herkesi şaşkına çevirmişti.
Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Hareketsiz, bu patlak veren olayın nereye
varacağını düşünüyordu. Sinirden titrediğini ve ellerini masaya dayadığını
gördüğüm Atatürk, tarifsiz bir şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli
etmeden şu buyruğu verdi: --Lütfen sofrayı terkediniz!--

  O an biraz ferahladık. Reşit Galip kalkıp gider olay da burada kapanır,
ertesi gün unutulur, diye umutlandık. Ne yazık ki, sevincimiz bir iki saniye
sürdü. Reşit Galip coşmuştu bir kez. Ne karşılık verdi dersiniz? . --Burası
sizin değil, milletin sofrasıdır. Burada oturmaya benim de sizin kadar hakkım
vardır. Gerçi biz Saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultani değildir.
Cumhuriyette tenkit serbesttir...-- diye başlayınca, Atatürk yavaşça yerinden
kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra: --Öyleyse müsaade
ederseniz ben terkedeyim-- dedi ve dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir
efendilik ve büyüklük örneği göstererek ayağa kalkıp salondan çıkıp, gitti.

  Hemen arkasından koştum. Doğru harem kısmındaki yatak odasına girmişti. Ben
de arkasından girdim. Her zaman olduğu gibi kapıları kilitledim. Atatürk,
soyunana kadar bir kellme konuşmadı. Sinirleri henüz yatışmamıştı. Yüzü
sapsarıydı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra belki de hiç kimse O'nunla böyle
konuşmamıştı. --Çelebi Efendi, desene ki, yılanı koynumuzda büyütüyormuşuz--
dedi. Karşılık vermeyerek yavaşça kapıyı açıp dışarıya çıktım. Oradaki
görevim bitmişti.

  O sırada yaver, dağılmaya hazırlanan sofradakilere şu emri getirmişti:
--Reisicumhur Hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını arzu
ediyorlar.--

  Yemek salonuna dönünce bir de ne göreyim. Reşit Galip rakı kadehini
dişlerinin arasına almış, kemiriyor. Başucunda da Recep Zühtü ve Kılıç Ali
duruyorlar. Öbür davetliler gitmişler. Reşit Galip başını kaldırıp beni
görünce: --Çelebi, bana bir kadeh rakı ver!-- diye bağırdı. Nasıl verebilirdim
bu durumda? --Efendim, kilerci uyumuş-- diye atlatmaya çalıştım. --Demek bana
verecek bir kadeh rakın bile kalmadı, desene. Öyleyse kalkıp gidelim-- diye
acı acı söylendi. Sonra, Recep Zühtü ile Kılıç Ali'nin koluna girerek
salondan çıktı.

  Ne yalan söyleyeyim olaydan çok üzüldüm. Çünkü Reşit Galip'i gerçekten çok
seviyordum. Aralarının açılmasına gönlüm razı değildi. Fazla içip de daha kötü
bir olaya meydan verilmemesini istemiş, bu yüzden --rakı yok-- demiştim.
Rahmetliye bir kadeh rakıyı esirgeyişim içimde eziklik olarak kaldı.

  Ertesi gün Reşit Galip, Atatürk'e ve İstanbul'a küserek Ankara'nın yolunu
tuttu. Hatta cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını umumi katip
Tevfik Bey'den borç aldığını hatırlarım.

  Aradan bir ay geçmişti. Biz yine İstanbul'daydık. Saat onbeş sularında
yemek salonuna gelen Atatürk bir ara bana, --Çelebi Efendi, şimdi Ankara'da
Reşit Galip Bey bir konferans verecek. Onu dinleyelim-- dedi.

  Daha şaşkınlığım geçmeden koşup radyoyu açtım. O zaman önemli konferanslar
radyoda verilirdi. Reşit Galip'in Türkocağı salonunda verdiği bir saatten
fazla süren konferansı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan sonra, gözlerinde
bir sevinç pırıltısı yanıp söndü. --Kendisini affettirdi-- dedi.

  Onbeş gün kadar sonra güzel bir sonbahar günü biz Ankara'ya gittik. Ertesi
akşam Reşit Galip'i sofraya çağırılmış gördüm. Sanki aralarında hiçbir şey
geçmemiş gibi hareket ediyorlardı.

  Atatürk bir ara Reşit Galip'e doğru eğildi, sadece onun işitebileceği bir
sesle, --Yarmdan itibaren Maarif Vekilisiniz-- dedi. Birkaç gün sonra da
Anadolu Ajansı, Reşit Galip'in Milli Eğitim Bakanı olduğunu haber veriyordu.

  O gece sofra oldukça kalabalıktı. Reşit Galip'in üzerinden sevinç akıyordu.
Toplantının en kıvamlı anında Atatürk, kapıda duran askerlerden ikisini
çağırdı ve güreştirmeye başladı. Çoğunluk böyle yapar, gezilerinde olsun,
köşkte olsun yiğit Mehmetçiklerden birkaçını yanına çağırarak güreştirir,
Türk gücünün nelere yettiğini gözleriyle görmek isterdi. Hatta yanında bulunan
çok sevdiklerini, bu Mehmetçiklerle -istemeseler bile- güreş tutuşturur,
onların hırpalanışını hazla seyrederdi. Birkaç keresinde Mehmetçikleri
kendisiyle güreşe davet etmiş, fakat hiçbiri, --Senin sırtını yedi düvel yere
getiremedi, biz mi getireceğiz-- diye güreşe yanaşmamışlardı.

  Güreş çok zevkliydi. Hepimiz büyük bir dikkat ve merakla sonunun nasıl
geleceğini bekliyorduk. Reşit Galip'in işe merakı son haddini bulduğu bir
sıra, Atatürk, askerlere işaret ederek yeni Bakanı --altı okka-- yapmalarını
emretti.

  Hepimiz şaşırmıştık. Bakan da öyle. Daha şaşkınlığımız geçmeden o babayani
iki asker, Reşit Galip'i karga tulumba kucaklayıverdiler. Havaya kalkan Bakan,
önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne haddine. Dev gibi muhafızların birer
çelik pençeyi andıran elleri arasında kıpırdamak ne mümkün.

  Toplantıda bulunanlarda heyecan son haddini bulmuştu. Sonunun ne olacağını
merak ediyorlar, adeta nefes bile almaktan korkuyorlardı. Atatürk ise
soğukkanlı ve tabii görünüyordu.

  Askerler, Reşit Galip'i iki üç kez havaya kaldırdılar. Tam yere vuracakları
sırada Atatürk'ün bir işaretiyle vurmaktan vazgeçiyorlar, tekrar
vargüçleriyle havaya sallıyorlardı.

  Birkaç kez tekrarlanan bu hoş oyundan şonra (biz çocukluğumuzda çok
oynardık) Atatürk, Mehmetçiklere: --Yeter !-- dedi. Sonra sofradakilere döndü.
Gülerek, --Biz istersek böyle de hareket edebiliriz-- dedi.

  Acaba Atatürk, bu oyunla; vaktiyle kendisine hakaret eden Reşit Galip'e
centilmence bir ders mi vermek istemişti? Ama ben, bunun şaka çerçevesini
hiçbir zaman aşmadığını sanıyorum. Atatürk, Reşit Galip'i sevmeseydi, o
olaydan sonra onu ne Bakan yapardı, ne altı okka ettirirdi. Atatürk, vaktiyle
kalk dediği halde sofradan kalkmayan Reşit Galip'i isterse böyle
kaldırabileceğini mi ima etmişti acaba?-- (Bu öykü Atatürk hakkında
anlatılanlar arasında en değişik aktarılanlardan biridir. Olay, aralarında
Afet İnan ve Hasan Rıza Soyak da bulunan çeşitli kişiler tarafından farklı
anlatılmıştır. Aslında olayın içinde bir de Madam Vera ve --Rose et Noire--
kulübüne ilişkin olup bitenler vardır (Bozdağ, 1975:77-93).)
(Granda, 1973:76-82).

  Bu öyküde Atatürk'e ilişkin çok önemli ipuçları vardır: İnsanına göre
muamele etmesini bilmektedir. Zamana ve koşullara uygun bir davranış
içindedir. En önemlisi, çevresini sürekli olarak kendi egemenliğinde
tutmaktadır. Fakat bu işi yaparken. kişisel davranışlara göre kendi tutumunu
ayarlamakta, bu arada devlet işlerini ve adam seçmeyi planlamaktadır. Üstelik,
gerektiğinde, bir saatten fazla bir süre ile radyodan bir konferansı
dinlemekte, genel değerlendirmelerini sürekli yeniden gözden geçirmektedir.

  Askerlere yaptırdığı oyuna gelince, bunu önceden planlamamış olması
düşünülemez. Yoksa kaş göz işareti ile, iki askerin sofradaki bir konuğu altı
okka yapmaları olanaklı değildir. Burada da görüldüğü gibi, çevreye ve
kişilere egemen olmakta en küçük ayrıntıyı dahi planlamaktadır.

  9) Gözleri, olağanüstü kişiliğinin simgesiydi. Karizmatik liderin, doğaüstü,
insanüstü nitelikleri, genellikle, yetenekleri çerçevesinde algılanabilir.
Yine de bazı durumlarda, bu insanüstü niteliklerin fizik belirtilerinden söz
edilebilir. Yalnız burada önemli olan nokta, bu olağanüstü özelliklerin lider
hayattayken vurgulanması ve bunlara, eylem sürerken inanılmasıdır. Çünkü,
liderin, özellikle bir bağımsızlık savaşı kazanmış ve yeni bir toplum kurmuş
olan bir liderin ölümünden sonra efsaneleşmesi beklenen bir olaydır.
Karizmanın anlamı ve önemi, liderin eylemine yardımcı olmasıdır. Bu nedenle
de izleyicileri tarafından eylem sırasında inanılan özellikler biçiminde
ortaya çıkması gerekir.

  İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Ulusu tarafından inanılan insanüstü
niteliklerinin gözlerinde odaklaştığına ilişkin pek çok anı vardır. Genellikle
söylenen öykü, O'nun gözlerine bakılamadığıdır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı
sırasında yaygınlaşan bu --karizmatik nitelik-- pek çok kişi tarafından pek çok
olayda anlatılmıştır. Hamdi Varoğlu'nun Ressam Muazzez'in ağzından aktardığı
şu öykü, hem söylentileri özetlemesi bakımından hem de olayı kendisi de
yaşayan bir aydının izlenimleri açısından ilginçtir.

  Olay Bursa'da kabul töreni sırasında geçer:

  --Koca bir salona girdik. İçerisi dolu. Atatürk, salonun orta yerinde,
ayakta duruyor. Tabur tabur mektepli çocuklar, kafile kafile gençler, orta
yaşlılar, ihtiyarlar, kadın, erkek, herkes orada... Atatürk'ün önünden
geçiyorlar. Geçerlerken hepsinin elini s
.

Sosyal Bilgiler

Mustafa Kemal'in kişisel karizması
« : Ağustos 07, 2008, 02:38:07 ÖS »