Sosyal Bilgiler

8. SINIF SOSYAL BİLGİLER PAYLAŞIMLARI => Etkinlikler => 6.Ünite Atatürk Dönemi Dış Politika => Konuyu başlatan: PeRi - Ekim 17, 2009, 07:02:38 ÖS

Başlık: ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKA
Gönderen: PeRi - Ekim 17, 2009, 07:02:38 ÖS
VII. ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI I (1923-1930)
Atatürk Dönemi Türk Diş Politikasının Temel İlkeleri
Milli Mücadele döneminin dış politikadaki temel hedefi, yeni Türk Devletini
milletlerarası alanda tanıtmak olmuştur ki; bu, bir anlamda Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde de dış politikanın esaslarını oluşturmuştur.
Türkiye’nin modern anlamda bir milli devlet olarak uluslararası alanda
meşruiyet kazanması Lozan Konferansı ile gerçekleşmiştir.
1923-30 yılları arasında Türk Dış Politikasını meşgul eden dış sorunlar, Lozan
Konferansı’nda çeşitli sebeplerle kesin olarak sonuçlandırılamamış konular ile
Konferansta çözüme kavuşturulmuş ancak uygulama aşamasında çıkan
sorunların “ulusal çıkarlara uygun” biçimde çözümüne dönük çabalardır. Bunlar:
İngiltere ile Musul Sorunu, Fransa ile Kapitülasyonlar ve diğer sorunlar,
Yunanistan ile Ahali Mübadelesi olarak ifade edilebilir.
Atatürk Döneminde izlenen dış politikanın temel ilkesi bağımsızlıktan hiç bir
şekilde taviz vermemek olmuştur.
Bunun yanı sıra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik, toplumsal ve
kültürel alanlarda gerçekleştirdiği köklü değişiklikler ve Atatürk’ün uygulamaya
koyduğu inkılâplar ile Türkiye öncelikle çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmayı
ve bunu aşmayı ideal olarak benimsemiştir. Bu da dönemin diş politikasının
oluşturulmasında önemli bir etken olmuştur.
Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının temel sorunlarını incelemeden önce bu
dönemde yürütülen dış siyasetin temel ilkelerine kısaca değinmek gerekir.
Bu ilkeler aşağıdaki başlıklar altında ortaya konabilir.
a) Gerçekçilik
Atatürk’ün dış politikası gerçekçidir. Boş hayaller peşinde koşmaz.
Maceracılıktan uzak durmayı hedefler. Bunun yanında milli çıkarları
gerçekleştirmede kararlı olmayı amaçlar. Atatürk’ün;
“Büyük hayali işler yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden dünyanın
düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu milletin ve memleketin üzerine çektik... Biz
böyle yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak
düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını arttırmaktan ise, tabii
duruma meşru duruma dönelim. Haddimizi bilelim...” ifadesi ile, “memleketimizin
ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse her tarafı ateşler içinde bırakılsa biz bu
toprakların üzerinde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul
olacağız” ifadesi bu yaklaşımı açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
b) Bağımsızlık
Osmanlı Döneminin iktisadi, siyasi, mali kısacası her yönden dışa bağımlı
yönetimlerini görmüş olan yeni Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal Paşa için kurulan
devletin gerçek bağımsızlığı en önde gelen amaçtı. Bu bağımsızlık siyasi,
iktisadi, mali, askeri ve kültürel açıdan bağımsızlıktı ve bunlardan ödün
verilemezdi. Nitekim Atatürk düşüncesini, “Tam bağımsızlık denildiği zaman,
elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam
bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde
bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasında bütün
bağımsızlığından mahrumiyet demektir.” İfadelerinde açıkça ortaya koymaktadır.
Bu ilkeden hareketle gerek Milli Mücadele süresince batılı devletlerle yapılan
görüşmelerde gerekse Lozan Barış görüşmeleri sonrasında bağımsızlık ilkesine
gölge düşürebilecek her konuda kararlı davranılmıştır.
c) Barışçılık
Atatürk dönemi dış politikasının bir başka özelliği barışı esas almasıdır. Bunun
yine en güzel örneği Milli Mücadele yıllarında verilmiştir. Savaş ortamı içerisinde
bile görüşmeler yoluyla barışın sağlanması için her türlü çaba sürdürülmüştür. Bir
asker olarak savaşın ne demek olduğunu en iyi bilen kişi olarak Mustafa Kemal
Paşa; “Ben harpçi olamam. Çünkü harbin acıklı hallerini herkesten iyi bilirim.”
deyecektir. Yine bir başka konuşmasında Mustafa Kemal Paşa “Harp zaruri ve
hayati olmalı... Öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz.
Lâkin millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir.” diyecektir.
Atatürk’ün barışçılığı yine Kendisinin söylediği “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”
sözünde ifadesini bulacaktır ki, bu Türk dış politikasının temel yaklaşımı
olacaktır. Ancak bu temel yaklaşıma uygun olarak bölgesinde barışı korumada
üzerine düşeni gerçekleştiren genç cumhuriyet, teslimiyetçi ve pasifist bir politika
da izlememiştir. Yani barış içinde yaşamak için gerekli hazırlıkları yapmak,
gerekirse barış için savaşa hazır olmak kararlılığıyla hareket edilmiştir.
d) Güvenlik Politikası
Diğer yandan genç cumhuriyetin kendini koruyabilmesi yani savunması için
gerekli güvenlik önlemlerini almasının gerekliliğine inanan Atatürk, Türk milletinin
kendi gücüne dayalı askeri ve ekonomik yapılanmasını yeni ve sağlam esaslara
oturtmak için çalışmalarda bulunmuştur. Bu anlamda askeri harcamalar ve
ordunun modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş zamanlı olarak
yürütülmüştür. Ülkenin kendini savunacak güce ve iradeye sahip olması
gerektiğini Atatürk bir konuşmasında, “Bugün vardığımız barışın ebedi barış
olacağına inanmak safdillik olur. Bu o kadar önemli bir gerçektir ki, ondan bir an
bile gaflet, milletin hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz hukukumuza, şeref ve
haysiyetimize saygı gösterildikçe mukabil saygıda asla kusur etmeyeceğiz.
Fakat, ne çare ki, zayıf olanların hukukuna saygının noksan olduğunu veya hiç
saygı gösterilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için her türlü
ihtimallerin gerektireceği hazırlıkları yapmakta asla gecikmeyeceğiz”. Şeklinde
vurgulanacaktır. Barışın korunması için Türkiye’nin salt kendi gücünün yetersiz
kalabileceği alanlarda ülkenin güvenliğini sağlamak için uluslararası politikanın
gereği olarak yürütülecek denge politikaları çerçevesinde bölgesel barışın
korunması için ittifaklar yaparak ülkenin güvenliğini sağlamak ilke olarak
benimsenmiştir. Nitekim Atatürk bu doğrultuda hareket etmiş ve ülkenin güvenliği
için gerekli gördüğü ittifakları yapmaktan kaçınmamıştır.
e) Batıcılık
Batılı güçlere karşı savaşılmasına rağmen yeni kurulan cumhuriyet her fırsatta
batı ile yakınlaşmayı sağlayacak bir yol izlemiştir. Bunda Atatürk’ün Türkiye’yi
çağdaşlaştırma yolunda takip ettiği ve uygulamaya koyduğu politikaların da rolü
olmuştur. Yani yeni Türkiye kendisine hedef olarak en gelişmiş ülkeler düzeyine
çıkma ve onun ötesine gitmeyi belirleyince, dış politikada da bu doğrultuda batı
ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek esas olarak benimsenmiştir. Bunun kaçınılmaz
sonucu olarak batı ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak, çağdaş medeniyetin bir parçası
olma yolunda hareket edilmiştir.
f) Akılcılık
Akılcılık ilkesi doğrultusunda yeni devlet uluslararası hukuka bağlı kalmıştır.
Atatürk Türkiye’sinin dış politika anlayışı ideolojik doğmalara, önyargılı
saplantılara değil, aklı ve bilimi esas alan bir çizgi üzerine oturtulmuştur. Bu
bağlamda uluslararası ilişkilerde, tarihi dostluk ve tarihi düşmanlık yerine değişen
şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır. Nitekim, Atatürk ; siyasal,
toplumsal ve ekonomik düzenleri çok farklı olan ülkelerle dostluklar kurabilmiş ve
barış içinde bir arada yaşayabilmenin örneklerini vermiştir.
Yukarıda sayılan ilkelere şüphesiz uluslararası adil bir düzen kurma,
sömürgeciliğe karşı oluş ve hukuka bağlılık gibi ilkeler de eklenebilir. Bunların
dışında bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak anlamında Türkiye’nin
güvenliğinden duyduğu endişe onun dış politikasına etki etmiştir.
Türk dış politikasına yön veren etkenlerden bir diğeri ise Türkiye’nin coğrafi
konumuna bağlı olarak yani Türkiye’nin Sovyetlerle komşu oluşu, boğazların
Türkiye’nin kontrolünde oluşu ve Türkiye’nin ekonomik ve stratejik açıdan önemli
bir Ortadoğu ülkesi oluşu gibi nedenlerle dış politika belirlenmesinde bu konuma
bağlı politikalar üretilmiştir.
Türkiye’nin dış politikasının belirleyicisi olan bir başka etmen ise yönetim
felsefesidir denilebilir. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlatılan ulusal
kurtuluş savaşı batılı devletlere karşı verilmiş olmasına karşın batılı devlet
anlayışına ve batılı modele karşı bir hareket olmamıştır. Tam tersine Türk
bağımsızlık hareketi batının fikirleri ile batıya karşı mücadeleye girişen ilerici,
liberal ve milliyetçi öğeleri içeren bir anlayışı benimsemiştir. İşte bu anlayış doğrultusunda
ülkeleri çeşitli ama uygarlığı bir gören Mustafa Kemal Paşa, bu
bağlamda 1930’lu yıllardan başlayarak batılı devletler ile iyi ilişkiler kurmuştur.
Hatta iyi ilişkilerden öte Avrupa topluluğu içinde yer almak amaçlanmıştır
denilebilir.
Nihayet, Türk dış politikasını etkileyen bir diğer unsur olarak, Türkiye’nin
incelediğimiz dönemde yaşadığı ekonomik zorlukları da eklemek gerekmektedir.
Türk Dış Politikasını Meşgul Eden Konular ve Türkiye’nin Diğer Ülkelerle
Olan İkili İlişkileri
Musul Sorunu
Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle 319.yüzyıl sonlarından
itibaren batılı devletlerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Özellikle İngiltere, Birinci
Dünya Savaşı sırasında itilaf devletlerinin diğer üyelerini Musul’un kendisine
verilmesi konusunda ikna etmiştir. Osmanlı topraklarının paylaşılmasını esas
alan ve Birinci Dünya Savaşı sırasında itilaf devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar
doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini sürdürerek Musul ve çevresinde
çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu
açısından savaşa son veren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinin
imzalandığı tarihte, Türk birliklerinin kontrolünde olan bölgeyi Mondros
Mütarekesinin ruhuna aykırı biçimde 11 Kasım 1918’de işgal etmiştir. Bundan
sonra ise bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir. Nitekim, Osmanlı
Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşmasında İngiltere konuyu lehine
halletmiştir. Ama Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan
Kurtuluş hareketi sonucunda, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği
Misak-i Milli belgesinde Musul, vatanın bir parçası sayılmış ve Anadolu’da
kurulan hükümet her platformda bu bölgeyi Türkiye’den koparan şartlar içeren
Sevr Antlaşmasını tanımadığını açıklamıştır.
Türk milli mücadelesinin başarıya ulaşmasından sonra toplanan Lozan barış
görüşmelerinde İngiltere, Milletler Cemiyeti tarafından belirlenmiş “Irak
Mandateri” sıfatıyla Musul’u Türklere bırakmamak konusundaki ısrarını sonuna
kadar sürdürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul Sorununun
daha sonra taraflar arasında yapılacak ikili görüşmeler yoluyla halledilmesi
Türkiye tarafından da uygun görülmüştü.
Bu çerçevede Lozan antlaşmasının üçüncü maddesinde “Türkiye ile Irak arasındaki
sınır sorununun dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında barışçı
yollardan çözüleceği” hükmü yer almıştı. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz
görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında başladı. Bu konferansta Türkiye nüfus
açısından, siyasi, tarihi, coğrafi, askeri ve stratejik nedenlere dayalı haklı
gerekçelerini öne sürerken İngiltere, Musul’un kendi mandaterliği altındaki Irak’a
bırakılması konusunda ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında Türkiye’den Hakkari’ye
kadar uzanan toprak talebinde bulundu.
Bu durumda konferans 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan dağıldı.
Lozan Antlaşması’nın ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda
sorunun milletler cemiyetine götürülmesini öngörüyordu Başlangıçta, üyesi
olmadığı, üstelik; tamamen İngiliz kontrolünde olan bir organizasyondan kendisi
lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı tereddüt geçiren Türkiye,
sonunda sorunun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı oldu.
Musul sorunu, Milletler Cemiyeti konseyi tarafından 30 Eylül 1924’de
görüşülmeye başlandı. Bu görüşmeler sürerken Türk-İngiliz ilişkileri iyice
gerginleşti ve Milletler Cemiyeti Türkiye ile İngiltere arasındaki sınır
anlaşmazlığına 29 Ekim 1924 Türkiye-Irak geçici sınırını tespit ederek çözüm
buldu. Daha sonra sorunu çözmek üzere, ilgili devletlerle görüşmeler yapmak
üzere bir uluslararası komisyon oluşturuldu.
Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından kurulan komisyon, Konsey’e “Musul’un
İngiltere mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile
Irak arasındaki sınırın da Brüksel’de belirlenmiş bulunan çizgiden geçeceğini”
bildiren bir karar aldı. Türkiye Komisyon’un bu kararını tanımadığını ve konseyin
bu biçimde kesin bir karar alma yetkisinin bulunmadığını belirterek, bağlayıcı bir
karar için ilgili tarafların olumlu oylarının alınması gerektiğini bildirdi.
Ama konsey 16 Aralık 1925 tarihinde üçlü komisyonun raporunu benimsedi.
Bu sırada Türkiye’de iç siyasi hayatta bir takım olumsuzluklar yanında ülkenin
doğusunda Şubat 1925’de çıkan Şeyh Sait İsyanının bastırma uğraşı veriliyordu.
Türkiye her şeye rağmen bu kararı hemen tanımadı. Ancak, Musul Sorunu ile
Türkiye bir kez daha Milli Mücadele döneminde olduğu gibi uluslararası
platformda yalnız kaldığını ve batılı devletlerin savaş yolu ile elde edemediklerini
baskı yolu ile elde etmeye çalıştıklarını gördü ve bu yalnızlıktan kurtulmak için 17
Aralık 1925’te Sovyetlerle bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması imzaladı.
Yukarıda anlatılan gelişmeler de açıkça ortaya koyduğu gibi Musul’u geri
almak için Türkiye açısından, güce başvurmaktan başka çare gözükmemekteydi.
Oysa ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve yukarıda değindiğimiz Şeyh Sait
İsyanı gibi iç nedenler ile Misak-ı Milli’den taviz sayılabilecek geri adımı atmak
zorunda kalan Türkiye, 5 Haziran 1926’da yaptığı anlaşma ile (Türkiye, İngiltere
ve Irak Hükümeti) Musul’u, İngiltere’nin mandası altındaki Irak’a bıraktı. Buna
karşılık Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süre ile % 10 pay verilecekti. Ancak
daha sonra yapılan bir düzenleme ile Türkiye bu paydan 500.000 İngiliz Lirası
karşılığında vazgeçecektir.
Nüfûs Değişimi ve Türk-Yunan “établi/mukim/yerleşik” Anlaşmazlığı
Lozan Konferansında, Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan
Müslümanların değişimi meselesi ele alınmış ve bu konuda 30 Ocak 1923’de bir
sözleşme ve protokol hazırlanmıştı. Buna göre, Türkiye’de kalan Rumlarla,
Yunanistan’da kalan Müslüman-Türklerin değişimi yapılacak, ancak; 30 Ekim
1918’den önce İstanbul Belediye sınırları içinde yerleşmiş (établi) bulunan Rumlarla,
Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacak, yani bunlar yerlerinde
kalacaklardı. Bu sözleşmeyi uygulamak üzere de Türk ve Yunan temsilcilerinden
oluşan bir komisyon kurulacaktı. Ancak komisyonun faaliyete geçmesinden sonra
“Yerleşmiş” (établi) deyiminin kapsamı konusunda Türk ve Yunan temsilcileri
arasında anlaşmazlık çıktı. Türkiye’ye göre deyimin manası Türk kanunlarına
göre tayin edilecekti. Yunanistan ise buna karşı çıkarak İstanbul’da olabildiğince
fazla Rum bırakabilmek için 30 Ekim 1918’den önce herhangi bir şekilde
İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” sayılacağını ileri sürdü.
Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı yorum da anlaşmayı sağlayamayınca
Türk-Yunan ilişkileri gerginleşti. Yunanistan Batı Trakya Türklerinin mallarına el
koyarak buralara, Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmeye başladı. Buna karşılık
Türkiye de İstanbul Rumlarının mallarına el koydu. Gerginliğin tırmanması
üzerine işin görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, iki taraf için de uygun olduğundan
1 Aralık 1926’da bir anlaşma imzalandı. Fakat bu anlaşmanın uygulanması da
kolay olmadı. Birçok gerginlikler ortaya çıktı. Savaş havası esmeye başladı.
Ancak, Venizelos bir savaşın Yunanistan’a getireceği sıkıntıları düşünerek
tutumunu yumuşattı ve Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10 Haziran
1930’da Ahali Mübadelesi anlaşmazlığını çözümleyen yeni bir anlaşma
imzalandı. Bu anlaşma ile doğum yerleri ve tarihleri ne olursa olsun İstanbul
Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi “établi” deyiminin kapsamı içine alındı.
Bu suretle Lozan’dan beri devam etmekte olan anlaşmazlık da sona ermiş oldu.
Yunanistan ile Türkiye arasında yine “établi” sorunu ile bağlantılı olarak ortaya
çıkan bir başka problem Patriklik konusudur. Lozan görüşmeleri sırasında Türk
temsilcilerinin Patrikliğin, Türkiye dışına çıkarılması yolundaki ısrarlı istekleri
Batılı ülkelerce kabul görmemiş ve anlaşma metninde bu konuda bir hüküm yer
almamıştı. Yalnız İstanbul’da kalması kararlaştırılan Patrikliğin dolayısıyla
Patrik’in siyasetle uğraşmaması, sadece İstanbul’da kalacak Rumların dini
meseleleri ile ilgilenmesi konusu tutanaklarda yer almıştı. Bundan sonra
İstanbul’da kalan Patriklikle ilgili bir düzenleme yapmıştı. Bu çerçevede seçilecek
patriğin mübadele kapsamında olmaması gerekiyordu. Buna rağmen 1924
yılında boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin mübadele
kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etti ve tutumunda direnip istifa
etmeyen patriği sınır dışı etti. Bu gelişmeden sonra 1925 yılında yapılan seçim ile
mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilecektir.
Lozan antlaşmasının uygulanışındaki bu problem dışında Yunanistan’ın
özellikle “Anadolu macerası”nda uğradığı yenilgiyi hazmedememesi ve
Türkiye’ye karşı İtalya ile işbirliği yapmaya çalışması, bu ülkenin Türkiye’ye karşı
iyi niyetli olmadığını gösteren tavırları olarak algılandı Ancak artan bu gerginlik,
1930’lu yıllarda İtalya’nın ve özellikle Bulgaristan’ın bölgesinde izlemeye
başladığı Revizyonist tutum sonrası yumuşadı. Bu gelişme, Türkiye ile
Yunanistan Başbakanlarının karşılıklı ziyaretleri ile başlayan sıcak ilişkilere zemin
hazırladı ki bu hava 1954 yılına kadar devam edecektir.
Türk-Sovyet İlişkileri
Osmanlı Devletinin zayıflamaya başlaması ve Çar I.Petro’nun Rusya’da
yaptığı reformların başarıya ulaşmasıyla bu devletin sıcak denizlere inme
politikasını uygulamaya koyması hemen hemen aynı zamanlara rastlamaktadır.
Nitekim, Rusya’nın Karadeniz’de donanma bulundurmaya başladığı 18.yüzyılın
sonlarından itibaren Türkiye’nin bir Rusya meselesi vardır ve Türk diplomasisi bu
faktörü daima gözönünde bulundurmak zorunluluğunu hissetmiştir.
Tarihi, birbiriyle mücadele etmekle geçen bu iki devletin ve toplumun jeopolitik
konumlara karşı karşıya gelmelerini adeta kaçınılmış kılmıştır. Karşılıklı oluşan
bu durum, zayıflayan Osmanlı Devletinin takip ettiği “Denge Politikasını”, Türk
diplomasisinin temel unsuru haline getirmiştir.
Genel hatlarıyla “düşmanca” denilebilecek bu politik çizgide, “Milli Mücadele “
dönemi ilk bakışta sıcak ilişkilerin kurulduğu ayrı bir devre olarak görünmekle
beraber, tarihi şartlar incelendiğinde; 1919-1930 devresi olaylarının bu iki devletin
birbirine yaklaşmasını zaruri hale getirdiği kolayca anlaşılmaktadır.
Ankara Hükümetinin Kurtuluş Savaşı boyunca yakın ilişkide bulunduğu Sovyet
Rusya Boğazlar Meselesi dolayısıyla Lozan Konferansına özellikle ilgi göstermiş,
ancak; konferansa Boğazlar Meselesi tartışılırken davet edilmişdir. Türkiye,
Batılılar karşısında yalnız kalmamak için Sovyet Rusya’nın Konferansa
katılmasını özellikle istemiştir.
Lozan’dan sonra ise Avrupa’daki savaş buhranlarının başladığı devreye
gelinceye kadar, Türk-Sovyet münasebetleri üç unsurun tesiri altında gelişmiştir.
Ticari münasebetler, komünizm meselesi ve Türkiye’nin Batı ile münasebetlerini
düzeltmesi ve geliştirmesi.
Sovyetler Birliği, ticari ve ekonomik münasebetler yoluyla Türkiye’yi nüfuzu
altında tutmaya çalışmıştır. Buna karşılık Türkiye, dış ticaretini Sovyetlerin tekeli
altına sokmaktan kaçınarak, Batı ile ticari münasebetlerini geliştirmeye özen
göstermiştir.
Komünizm meselesine gelince; Lozan’dan sonra Türkiye milli varlığına
kavuşunca, komünizme karşı daha hassas davranmış ve bu işi daha sıkı
tutmuştur. Komünizm meselesi ile Sovyet-Türk münasebetlerini birbirinden ayrı
tutmaya dikkat eden Türk hükümetinin bu tutumu Sovyetleri hoşnut
bırakmamıştır. Sovyetler ise ikili ilişkileri, Türkiye’deki komünizm propagandası ile
birlikte değerlendirmişlerdir. Nitekim bu husus 1929’da Pravda’da bu husus
açıkça dile getirildiği için, Türk hükümetinin organı durumunda bulunan Milliyet
Gazetesi 6 Temmuz 1929’da buna “... dünyanın hiçbir davası, Türkiye
nasyonalizminin daha az mukaddes sayılmasına sebep olamaz...” biçiminde
ilginç bir cevap vermiştir.
Ticaret alanında olduğu gibi siyasi alanda da Türkiye’nin Batılı devletlerle
uzlaşma yoluna girmesi ve dış politikasını yavaş yavaş Sovyet tekelinden
kurtarmaya başlaması, bu devlet tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmıştır.
Türkiye’nin dış münasebetlerinden duydukları endişelere rağmen, Sovyetler
Birliği milletlerarası durumu kendileri için henüz güvenli görmediklerinden
Türkiye’ye önem vermeye devam etmişlerdir. Musul anlaşmazlığı sırasında,
Türk-İngiliz münasebetlerinin gerginliği, buna karşılık Locarno anlaşmalarıyla
Almanya’nın batılıların yanında yer alması ihtimali, 17 Aralık 1925’te Türkiye ile
Sovyetler Birliği arasında Dostluk ve Saldırmazlık anlaşmasının imzalanması
sonucunu vermiştir. Üç yıl için imzalanmış olan bu anlaşmaya göre taraflardan
birine, bir veya birkaç devlet tarafından yöneltilen bir askeri hareket halinde diğeri
tarafsız kalacak ve taraflardan hiçbiri birbirlerine saldırmayacakları gibi, birbiri
aleyhine yönelen ittifak veya siyasi anlaşmalara katılmayacaklardı. Türkiye için
olduğu kadar, Türkiye’nin Batılılara katılmasından duyduğu endişe bakımından
Sovyet Rusya için de tatmin edici bir anlaşma olan bu anlaşma, 1929’da yeni bir
hüküm eklenerek yenilenmiştir. Bu anlaşma hükmüne göre de taraflar karadan ve
denizden komşu bulundukları devletlerle birbirlerine danışmaksızın herhangi bir
siyasi anlaşma yapmama esasını kabul etmişler ve söz konusu anlaşma 1945
Martında Sovyetler Birliği tarafından feshedilinceye kadar yürürlükte kalmıştır.
Türk-İngiliz İlişkileri
Musul meselesinin halledilmesinden sonra Türkiye dış ilişkilerinde Sovyetler
Birliğine karşı bir denge oluşturarak Batılılarla ilişkilerini yoğunlaştırmaya çaba
harcamıştır. Fakat bu sadece Türkiye’den kaynaklanmamış, İtalya ve
Almanya’nın Avrupa’da giderek artan bir bunalımı başlatmaları üzerine
Ortadoğu’da Batılılar için güvenilebilecek yegâne devletin Türkiye olduğunu göz
önüne alan büyük devletler de bu ilişkilerin kurulmasını kolaylaştırmışlardır.
Türkiye’nin savaşı kanun dışı ilan eden Briand-Kellog Paktı’na katılması (1929
Ocak), 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olması gibi önemli gelişmeler Türkiye ile
İngiltere arasındaki buzların erimesinde tesirli olmuştur.
1936’da İtalya’nın Balkanlar ve Ortadoğu’da tehditlerini artırması üzerine, önce
Fransa’yla anlaşan İngiltere, bir İtalyan saldırısı karşısında İspanya, Yugoslavya,
Yunanistan ve Türkiye’ye garanti verdi. İspanya bunu reddetti, ancak diğer
devletlerle birlikte Türkiye bu garantiyi kabul ettiler. Ayrıca bu üç devlet de
İngiltere’ye garanti verdi. Bu karşılıklı garantiler sistemine Akdeniz Paktı adı
verilmiştir.
Akdeniz Paktı ile Türkiye İtalyan tehlikesine karşı İngiltere’ye bağlanmış
oluyordu ki, bu yeni Türkiye’nin İngiltere ile olan münasebetlerinde bir dönüm
noktası teşkil etmiştir. Türkiye ile İngiltere arasındaki bu yakınlaşma 1939’da bir
ittifaka varacaktır.
Türk-İtalyan İlişkileri
Lozan’dan sonra ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte, milli
mücadele sırasındaki dostça tutumları da gözönüne alınarak İtalyanlarla iyi
münasebetler tesis edilme yoluna gidildi. Ekonomik alanda gelişen iyi
münasebetler siyasi alanda aynı görüntüyü vermedi. Mussolini’nin, İtalya’da
iktidara geldiği ilk andan itibaren “Roma İmparatorluğu”nu canlandırmak için
sömürgecilik ve yayılmacılık politikasına yönelmesi, Doğu Akdeniz’i kontrol altına
almaya çalışması Türkiye’yi endişelendirdi.
1926-27 yılları bu ilişkilerde dönüm noktası oluşturmaktadır. Musul
meselesinin halledilmesinden sonra Türkiye’nin Fransa ve İtalya ile ilişkilerini
düzenleyen bir dostluk ve tarafsızlık anlaşması imzalanmıştır. Buna göre taraflar
birbirine yönelmiş herhangi bir ittifaka katılmayacaklar, taraflardan birine, bir veya
birkaç devletin saldırması halinde tarafsız kalacaklardı.
Ancak 1930’dan itibaren İtalya’nın tekrar yayılmacı bir politika takip etmeye
başlaması, Türkiye’yi endişelendirdi ve Türk-İngiliz yakınlaşmasında İtalya’nın bu
tavrı etkili oldu.
İtalya’nın Habeşistan’a saldırması (1935) ikili ilişkilerde güvensizliğin yeniden
doğmasına sebep oldu. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı
zorlama tedbirleri aldı ve barışın korunmasından yana olan Türkiye de bu
tedbirlere katıldı. İtalya, bunun üzerine bu tedbirleri uygulamaya devam eden
devletlerle gerekirse siyasi münasebetlerini keseceğini ilan etti. (11 Kasım 1935)
İtalyan tehditlerine karşılık İngiltere’nin garanti vermesi ve “Akdeniz Paktı”nın
ortaya çıkması siyasi havanın yeniden yumuşamasını sağladı. Öte yandan
statükoyu değiştirmemeyi karşılıklı olarak garanti etmeleri Türkiye’yi büyük
ölçüde rahatlattı.
Fakat, 10-11 Eylül 1937’de İspanyol iç savaşı dolayısıyla artan denizaltı
korsanlığına karşı çıkan İtalya’nın isteğine rağmen Türkiye, İngiltere ile birlikte
hareket etti ve yönünü batıya dönerek batı ile uzlaşma doğrultusunda politikalar
geliştirmeye başladı.
Türk-Fransız İlişkileri
Fransa ile, Lozan’dan arta kalan esas mesele Osmanlı borçları meselesi idi.
Fakat, ilişkilerin bozulmasını etkileyen sebepler biraz daha farklıdır.
20 Ekim 1921’de Fransa ile Türkiye arasında Türkiye-Suriye sınırının tespitini
de ilgilendiren Ankara İtilafnâmesi imzalanmıştı. Sınır tespit komisyonunun bir ay
sonra kurulması gerekirken bu ancak 1925 Eylülünde mümkün olabildi ve sınırın
çizilmesinde de anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Bir kısım topraklar üzerinde taraflar
karşılıklı iddialar ortaya attılar. Bunun üzerine Türk ve Fransız Hükümetleri
doğrudan doğruya diplomatik münasebetlere girişerek, 18 Şubat 1926 anlaşması
ile bu meseleyi sona erdirdiler. Anlaşma bu tarihte parafe edilmekle beraber
Fransa, Musul anlaşmazlığının çözümlenmesine kadar imzadan kaçındı. 30
Mayıs 1926’da, yani Musul Anlaşmasının imzalanmasından 6 gün önce Fransa
ile “Dostluk ve İyi Komşuluk” sözleşmesi imzalandı. Buna göre taraflar
aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollarla çözümleyecekler ve birine yöneltilen
silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktı.
Diğer bir mesele de Türkiye’deki Fransız misyoner okulları meselesi oldu. Türk
hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak, yabancı okullarda Tarih ve Coğrafya gibi
derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenleri tarafından okutulması esasını kabul
etti. Bu okullar buna yanaşmak istemediler. Bunun üzerine Fransa ve Papalık işe
müdahale etmek istediler. Türk hükümeti ise, sadece bu okulları kendisine
muhatap olarak aldığını belirtti. Fransa daha ileri gidemedi fakat bu olay Türk-
Fransız ilişkilerini zayıflattı.
Borçlar Meselesi ise daha şiddetli çekişmeye sebep olmuştur. Bilindiği gibi
Fransa, Osmanlı devletinden en çok alacaklı olan devletti. Lozan’da bu mesele
ele alınmış, devlet tahvilleri ile ilgili olan borçların ödenmesinde borç tahvillerinin
sahipleri ile Türkiye’nin görüşmesi kararlaştırılmıştı. Çoğunluğunu Fransızların
teşkil ettikleri bu alacaklılarla yapılan müzakereler ancak 13 Haziran 1928’de
sonuçlandı. Ödenecek borcun miktarı ve ödeme şekli bir formüle bağlandı.
Ancak, 1929 dünya ekonomik buhranı Türkiye’yi de güç duruma soktu ve ödeme
güçlükleri ortaya çıktı. Türkiye, Hoover moratoryumuna dayanarak borç ödemeyi
geciktirmek istedi. Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda, 22
Nisan 1933’de Paris’te yeni bir anlaşma imzalandı ve borçlar meselesi de
böylece hal yoluna girdi.
Düyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra (1928) Fransa ile bir başka
mesele daha patlak verdi. Bu da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması
meselesi idi. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı döneminden kalan kapitülasyonların
tamamını kaldırmaya kararlıydı. Türkiye’deki Fransız işletmelerinin
millileştirilmesine başlangıçta karşı çıkan Fransız hükümeti, işletmelerinin
millileştirilmesine başlangıçta karşı çıkan Fransız hükümeti Türkiye’nin ısrarı
karşısında direnemedi ve 1929’da yapılan bir anlaşma ile durumu kabullenmek
zorunda kaldı. Bu anlaşmaların ortaya çıkmasında, Fransa’nın düzelen Türkİngiliz
münasebetlerini göz önüne aldığını söyleyebiliriz. Nitekim Hatay
meselesinde de böyle olmuştur.
Bu Bölümle İlgili Okuma Kitapları ve Makaleler:
Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1956
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, C.II, İstanbul, 1982
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., C.II; Ankara, 1989
Turhan Feyzioğlu; “Atatürk’ün Dış Politikasının İlke ve Amaçları”, Atatürk Türkiyesinde Dış
Politika Sempozyumu, İstanbul, 1984
Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası, Amaçlar ve İlkeleri”, Atatürk Yolu, Ankara, 1987
Fahir Armaoğlu, “Atatürk’ün Dış Politika Prensipleri”, Atatürk’ün Milliyetçilik ve Devletçilik
Anlayışı, Kültür ve Turizm Yay., Ankara, 1992
Abtülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, T.T.K. Yay., Ankara, 1991
A.Haluk Ülman, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler 1923-1968”, S.B.F.Dergisi, C:XXIII,
No: 3, Ankara, 1968, ss. 241-273.
A.Haluk Ülman-Oral Sander, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler 1923-1938 II”,
S.B.F.D., C.XXVIII, No: I, Ankara, 1972, ss. 1-24.
M.Murat Hatipoğlu, Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan 1923-1954, Ankara 1997.
Dimitri Pentzopoulos, Balkan Exchange of Minorities and Impact.upon Greece, Paris, 1962.
Adnan Sofuoğlu, Fener Rum Patrikhanesi ve Siyasi Faaliyetleri, İstanbul, 1996
Murat Hatipoğlu, Yakın Tarihte Türkiye ve Yunanistan, 1923-1954, Ankara, 1997.
Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, c.I,
İstanbul, 2001
I.Dünya Harbinde, Türk Harbi, C.III., İran-Irak Cephesi 1914-1918, Kısım I, Genelkurmay
Başkanlığı Yay., Ankara, 1978
Seha L Meray, Lozan Barış Konferansı Belgeler, C.I/1/1, Ankara, 1978
Kamuran Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye, Ankara, 1986
Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu 1918-1926,
Ankara, 1992
Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara, 1978
Ahmet Şükrü Esmer, Siyasî Tarih 1919-1939, Ankara, 1953
Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, T.T.K.Yay., Ankara, 1995
Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, A.Ü.S.B.F.Yay., C.I., X.Baskı,
Ankara, 1982
Fahir Armaoğlu, 20.Y.Y.Siyasî Tarihi, T.İ.B.Yay., C.I, X.Baskı, Ankara, 1994
A.Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara, 1990.
Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789-1960, Ankara, 1973
Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Atatürk
Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 1990
Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1975

                                     ALINTIDIR)