Röportaj: Mehmet DERİ İlkadım Dergisi-Mart 2006
ERCİYES ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ EMEKLİ ÖĞRETİM ÜYESİ İSLAM TARİHİ PROFESÖRÜ AHMET UĞUR İLE “ÇANAKKALE ZAFERİ” ÜZERİNE MÜLAKAT
Mehmet DERİ- Öncelikle böyle bir imkânı verdiği için hocamız Ahmet Uğur’a şükranlarımızı sunuyoruz.
Merhum Mehmet Akif’in “Allah’ım! Ben aciz kuluna bu destanı yazmayı nasip eyle. Bu ulvî vazifeyi bana bahşet, sonra da canımı al.” diye gözyaşları içinde kaleme aldığı Çanakkale Destanının İslam Tarihi açısından taşıdığı önemi kısaca anlatır mısınız?
Ahmet Uğur – Ben de böyle bir fırsatı bana verdiğiniz için size teşekkür ediyorum. Allah yardımcınız olsun. Allah, sizin gibi insanları memlekette çoğaltsın.
Şimdi efendim, Biz İslam tarihini bazı Arap kardeşlerimiz gibi ele almıyoruz. Mesela, İslam tarihini Suudiler ekseriya dört halifeyle bitirirler. Yani 661’de İslam tarihi biter onlara göre. Suriyeliler, 750’de Emevilerin sonu ile, Iraklılar 1258’de Abbasilerin çöküşüyle bitirirler. Mısırlılar da 1517’de Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlıya ilhakı ile bitirirler.
Hâlbuki biz İslam tarihinin, İslam milletleri var olduğu müddetçe devam edeceğini düşünüyor, Rasulullah’ın nübüvvetinden zamanımıza ve bizden sonra da devam edecek hadiseleri İslam tarihinin devamı olarak görüyoruz. Bütün bu olayları İslamî çerçevede, bir İslam felsefesi içerisinde alıyoruz.
Çanakkale, hakikaten bu milletin, aynı zamanda bütün İslam âleminin yüz akı bir zaferdir. O zaman, Hindistan’dan Mısır’a, Afganistan’dan Suriye’ye kadar bütün İslam âlemi bunu sevinçle karşılamıştır.
Zaferden sonra devlet, bütün ressamları şairleri edipleri Çanakkale’ye götürüyor, diyor ki, bu zaferi nakşediniz, bunu resmediniz, bunu destanlaştırınız. Her biri hakikaten kendisine göre karınca kaderince bir şeyler yapmışlardır. Akif o zaman Necid çöllerindedir, Cidde’ye ulaşmaya çalışmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevlendirilmiştir. Ama Akif’in aklı Çanakkale’deki savaştadır. Çölün yorucu sıcaklığı, binbir türlü meşakkatler, zahmetler, öldürülme korkularıyla Cidde’ye vardıklarında Enver Paşa’ya telgrafla Cidde’ye vardıklarını bildiriyorlar. Enver Paşa da, telgrafla “size müjde, biz de Çanakkale’yi kazandık” deyince Akif hemen secdeye varıyor ve gözlerinden akan yaşlar (anlatıldığına göre) kumu ıslatıyor. Ve ondan sonra bildiğimiz Çanakkale Destanı’nı yazıyor. Destanı oradaki haziruna okuduğu zaman onlar hüngür hüngür ağlıyorlar.
M. Akif Cidde’den döndükten sonra bu şiir yayınlanıyor, meclisimiz ve halkımız arasında en beğenilen destanlardan biri haline geliyor. Yalnız şunu söyleyeyim işte biz bunu destanlaştıramıyoruz. Akif merhum yazdı ama biz bunu bir film, bir tiyatro, bir efsane, bir piyes haline getiremedik. Belki bir şeyler var, adam, bir Çanakkale belgeseli yapıyor ama Akif’teki o duygu, o heyecan, o ruh yok.
Düşününüz ki, siz yerinde değilsiniz ama bunu sanki kalp gözünüzle görüyormuş gibi yapıyorsunuz. Bu hadiseler ancak bir mevhibe-i ilahi yani Allah vergisi ile olabilir. Zaten derler ya, “söyleyene bakma söyletene bak!” Ona o ilhamı veren, Allah aşkı, Hz. Peygamber aşkı, vatan ve millete hizmet etme aşkı, Allah inancı ve bu millete güvenidir. Onun için bence keşke bu eserlerimiz Arapçaya tercüme edilse. Arapçadan dilimize her tür eser tercüme ediliyor ama bir kardeşimiz çıkıp da -varsa özür diliyorum- şu Çanakkale Zaferimizi, Akif’in şiirlerini Arapçaya tercüme etmiyor. Cemal Muhtar hocamız istiklal Marşımızı ilk çeviren hocamız oldu ama devamı yok. Arap âlemi bizden çok az şey biliyor. Ne olur, Allah rızası için, Arapçası kuvvetli kardeşlerimiz bu vazifeyi yapsalar.
Akif hakkında kaç tane kitabımız var? Var ama üstüne koyma bakkallıkla, nakkalliktir. Ama Akif’in o taşıdığı ruhu yavrularımıza göre, halkımıza göre, milletimize göre efsaneleştiremedik. Bence “Çanakkale Destanı” bugün Türk İslam âleminin ve bütün İslam âleminin en büyük destanlarından birisidir. Zira bu zafer, o dönemdeki mazlum ve mahzun İslam milletleri için ümit ve neşe kaynağı oldu. Zafer dolayısıyla halk o günlerde doğan çocuklarına Zafer, Muzaffer, Gazanfer isimlerini koydu. İşte bizim milletimiz ve diğer İslam milletleri, diler ve azmederse Allah’ın izniyle daha nice destanlar yazarız. Çanakkale zaferi bu açıdan da büyük bir örnek teşkil etmektedir.
M.D – “Çanakkale cephesi, necip milletimize en büyük zaferlerden birini bahşeden ve 250 binden fazla gencimizin, hassaten okumuş ve münevver bir kesimin şehit düştüğü bir cephedir.” diyorsunuz. Hatta bu cephede, o kadar çok tahsilli ve münevverimizi şehit vermişiz ki: “Biz, Çanakkale’ye Dârülfünun gömdük.” sözü meşhurdur. Konuyla ilgili görüşleriniz nelerdir?
Ahmet Uğur – Evet bu doğrudur. Hatta biliyorsunuz biz Çanakkale Harbine Zabitân yani subaylar harbi deriz. Neden bunu diyoruz, şöyle kısaca alalım.
Trablusgarb’ı kaybetmişiz, ardından Balkan Harbini kaybetmişiz, daha sonra Akif merhumun ifade ettiği gibi dünyanın yedi düveli üzerimize gelmiş ve bu yedi düvele karşı, var olma yok olma mücadelesini vermişiz. Ve elimizde ne varsa bunların hepsini kaybetmişiz. Şu Anadolu’muzda ve o zaman Osmanlı toprakları içinde kalan her evden aşağı yukarı Çanakkale’de şehit düşmüş bir iki kişi eksik değildir. Yani bu milletin hepsinin aşağı yukarı orda bir hissesi vardır. Buraya iki örnek vermek istiyorum.
Birisi, 15 yaşındaki talebelerimiz orda cepheye gitmiştir. Biliyorsunuz, Tokat’ımızın hey 15’li 15’li diye bir türküsü vardır. Bütün 1315 doğumlular o zaman 15, 16, 17 yaşında olan gençlerimizdir. Bunları askere almışlar. Benim büyüklerim anlatırdı: Benim memleketim Akkışla(Kayserinin bir ilçesi), toplamışlar bu gençleri, (o zaman Aziziye’ydi Pınarbaşı’nın adı) Aziziye’ye götürecekler, oradan da Sivas’a gidecek çocuklar. Ama bunlar daha genç, tır tıfıl kimseler. İhtiyat zabiti dediğimiz yedek subay, çavuş, onbaşı olarak Balkanlardan dönen insanlarımız gelmiş, kavakların kabuklarını soyarak bunlara palaska dediğimiz kayışlar yapmışlar. Ellerine birer değnek vererek, nasıl atış yapılır, nasıl süngü takılır, nasıl yatılır, nasıl kalkılır, bunlarla öğretmişler. Bunlar öyle çocuklar ki aşık oyununu oynadıktan sonra cepheye gitmişlerdir. Ve bu çocukların gidip kazandığı zaferlerdir bu.
İkincisi, o sene Kayseri lisemiz mezun vermemiştir. Gidiniz bakınız defterlerimizde o seneki son sınıf talebeleri ki, bunlar 15 -16 yaşındaki yavrularımızdır, bunlar Çanakkale’de şehit düşmüşlerdir. Konuyla ilgili acıklı bir hadiseyi anlatayım:
1960’larda mıydı tam bilemiyorum. İngiliz devlet başkanı Churchill(Çörçil) vefat etmişti. Ben o zaman Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuyordum. Çörçil’in vefatı sebebiyle bütün bayraklarımız yarıya indirilmişti. Bizim o zaman Osmanlının yetiştirdiği son dönem bilim adamlarımızdan Hasan Fehmi Başol diye bir hocamız vardı. Allah rahmet etsin, ruhu şâd olsun.
Biliyorsunuz Osmanlının son zamanında iki büyük medresemiz vardı. Birisi Beyazıt diğeri ise Fatih medresesi. Beyazıt medresesinin başmüderrisi, bugünkü manada rektörü Hasan Fehmi Başol hocaydı. Fatih medresesininki de Küçük Hamdi dedikleri Elmalılı Hamdi Efendi. O zamanlar Beyazıt en büyük üniversitemizdi. İşte biz Arapça dersini ondan alırdık, İsmail denen Konyalı bir arkadaşım vardı, kulakları çınlasın. Onunla hocanın yanına gittiğimizde hoca bize: “Memlekette ne var ne yok?” diye sordu. Ben de hocamıza, Çörçil’in ölümü sebebiyle bayrakların yarıya indirildiğini söyledim. Hocamız bunun üzerine derin bir ‘ah’ çekti ve dedi ki : “Çanakkale, benim 25 bin talebemi yedi.”
Düşünebiliyor musunuz bir Beyazıt medresesinden 25 bin vatan evladının şehit olduğu bir yerdir Çanakkale’miz. Düşününüz memleketimizde gencecik, daha bıyığı bile terlememiş genç insanlarımızın kazanmış olduğu bir zaferdir, Çanakkale zaferi.
Okumuş zümreyi en çok Çanakkale’de kaybettik. Cumhuriyet kurulduğu zaman, devlet dairesinde çalışacak memur bulamamışlar. Çünkü okumuş yazmışlarımızı hep kaybetmişiz. Onun için Çanakkale, bizim milletimizin okumuş yazmışlarının, yetişmiş elemanlarımızın kaybedilmesi pahasına kazandığımız büyük bir zaferimizdir.
M.D. Çanakkale destanı bir anlamda isimsiz kahramanlar destanı olmakla beraber Seyit Mehmet Çavuş, Mehmet Muzaffer, Tophaneli Yüzbaşı Hakkı gibi pek çok kahraman ve âbide şahsiyetler mevcuttur. Bunlardan Seyit Mehmet Çavuş’un hâdisesini anlatır mısınız?
Ahmet Uğur – Seyit Mehmet Çavuş’un hadisesi herkes tarafından bilinen bir hâdisedir. Seyit Mehmet Çavuş bizim için bir semboldür. Her zaman her savaşta müslüman Türk milletinin çıkarttığı böyle kahramanlar vardır. Genç Osmanlarımız vardır. İstanbul’un fethinde Ulubatlı Hasanlarımız, kafasını vermeyen şehitlerimiz… Mesela Tunus’ta küçük bir türbe görürsünüz. Bu türbe Mustafa Bahri Türkî’nin türbesi. Tunus İspanyollar tarafından işgal edilmiş, insanlar kaleye doldurulmuş biraz sonra hepsi katledilecekler. Sinan Paşa yetişmiş Klibya’dan. Orada binlerce şehidimizin yattığı bir mezarlık var. Mustafa Bahri Türkî için Tunuslular diyor ki:
“Bu adam gelmiş buraya, namaz vakti seccadesini serip denizde namazını kılıyor, sonra da düşmana karşı savaşıyor.” Yani böyle kahramanlarımız pek çoktur bizim. İşte bu Seyit Çavuş da yakın tarihimizde yaşayanlardan birisidir. Biliyorsunuz, son ana gelmişiz her şeyimiz perişan. Düşmanın en son model silahları var, bizim ise Osmanlının son döneminden kalma basit silahlarımız var. Her şeyini kaybeden, bütün arkadaşlarını kaybeden Seyit Çavuşun yapmış olduğu basit bir iş değildi. Bir Selahaddin Eyyubi’nin büyük zaferi vardır, Alparslan’ın büyük zaferi vardır. Bunlar tarihlere yazılır. Ama bir mikrobu bulan insanın hayatını veya onun hakkındaki olayları birkaç satırla bulabiliriz. Ama neticesi bakımından belki de diğerlerinden daha üstündür İşte Seyyid Çavuşun hadisesi de Çanakkale Zaferinin içerisinde 4-5 satırlık bir şeydir. Ama nasıl ki bir kâşifin bulduğu bir şeyin sonradan çok büyük bir hadise olduğu anlaşılır ise Çanakkale Zaferindeki neticesi bakımından da Seyit Çavuş’un yapmış olduğu 257 kiloluk mermiyi tek başına kaldırıp İngilizlerin o koskoca Ossian(Oşın) isimli gemisini batırması zaferin neticesi bakımından bu milletin verdiği en büyük fedakârlıklardan, en büyük kahramanlıklardan biri olarak görüyorum. İsterseniz bir de bu hâdiseyi Seyit Mehmet çavuşun ağzından dinleyelim:
“Harp esnasında çevreme baktım ki 14 arkadaşım şehit olmuş. Bir ben kalmışım, bir de arkadaşım Niğdeli Ali ile batarya komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey. Arkadaşlarımın bu şekilde gözlerimin önünde şehit edilmesine çok üzüldüm. Anamın bana öğrettiği duaları okudum. İzahını yapamayacağım bir şeyler doğdu içime. Merminin yanına koştum. Topun vinci de bozulmuştu. O mermiyi bir kez kaldırdım. Niğdeli Ali beni biraz destekledi. Basamakları çıkarken kemiklerimin çatırtısını hissediyordum. Mermiyi namluya sürdüm. Patlattım isabet ettiremedim. Aynı olayı 3 defa tekrar ettim. 3. mermiyle onların en büyük zırhlılarından olan Ossian(Oşın) zırhlısını dümen kısmından vurdum. Arkadaşım Niğdeli Ali ve diğer bataryadaki arkadaşlarım ‘vurdun onu koca Seyit vurdun onu’ diye sevinçle bağırıyorlardı. Gerçekten de o anda zırhlı gemi, kendi etrafında dönmeye başladı ve battı.”
Bu tarihten iki gün sonra müstahkem mevki komutanı Cevat Paşa, maiyetiyle beraber düşmanı kaçıran, Mecidiye tabyasının kahramanlarını kutlamaya gelmişti. Koca Seyidin bu kahramanlığı arkadaşları tarafından Cevat Paşa’ya anlatıldı. Paşa, Seyit Çavuşa bu kadar ağır bir mermiyi nasıl kaldırdığını sordu. Koca Seyit, ona nasıl kaldırdığının izahını yapamadı. Cevat Paşa, Seyit Çavuşa: “Şu mermiyi bir kez daha kaldır da senin fotoğrafını çekelim, bu millete hatıra kalsın.” dedi. Seyit Çavuş, mermiyi yerinden bile kıpırdatamadı. Koca Seyit onlara “Şu anda bu mermiyi yerinden oynatamadım. Ama aynı olayı tekrar yaşasam yine aynı şekilde mermiyi kaldırırım.” diye cevap verdi. Merminin içi boşaltıldı ve mermiyi o şekilde kaldırdı. Günümüze kadar ulaşan Niğdeli Ali ile çektirilen fotoğraf, milletimiz adına çok güzel bir hatıradır.
M.D. Merhum Akif Çanakkale Destanında, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi / Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” diyerek Çanakkale kahramanlarını, Bedir zaferini kazanan o mübarek altın nesle benzetiyor. Bu teşbihi okuyucularımız için açıklar mısınız?
Ahmet Uğur – Bazı kimseler bu beyiti nedeniyle Akif rahmetliye kızmışlardır. Nasıl olur da Bedrin gazileri veya şehitleriyle daha sonra meydana gelen bir hadise mukayese edilebilir diye. Ben onlara şunu sormak istiyorum. Bedir’de vefat eden, canlarını İslam için veren insanlar ne için çalıştılar? Allah için çalıştılar, Müslümanlık için çalıştılar, küfre karşı İslamiyet’i savunmak için çalıştılar.
Çanakkale’dekiler ne için savaştı? Petrol için mi savaştılar? Emperyalist emeller için mi savaştılar? Toprak için mi savaştılar? Uranyum için mi savaştılar?
Ne için savaştılar: Şu topraklarda ezan sesi, tevhid sesi dinmesin, ila-yı kelimetullah biraz daha yükseklere gitsin diye canlarını verdi bu insanlar. Akif gibi imanlı, büyük bir insanın böyle bir hatayı, yanlışı yapması mümkün değildir.
Şu anda biz millet olarak İslam’a hizmet açısından, gaye ve hedef açısından gerekli hizmeti yapmıyoruz maalesef. Bence din ü devlet, mülk ü millet için şehit düşen insanlar nerede olsa beraberdir. İster Bedir’de olsun ister Çanakkale’de. Bedir ashabının(Allah onlardan razı olsun) efdaliyeti vardır, onlar İslam’ın ilk müdafileridir, altın nesildir. Allah onlara o nöbeti vermiştir. Sonra İranlılara vermiştir, daha sonra da bizlere vermiştir. Asya’ya, Afrika’ya, Avrupa’ya İslamiyet’i yaymak için çalışmışız, çabalamışız.
“Tarlalarda olur kamış, uzar gider vermez yemiş / Şu Yemen’de can verenin biri Mehmet biri Memiş” diyor.
Peki, buradaki şehit için sen ne diyeceksin? Aç susuz, Allah’ın kelamını, beytullahını ve mukaddes toprakları İtalyanlara, İngilizlere karşı korumak için savaşan insanları basit görmek çok yanlış bir şeydir. Onlara hakarettir.
Onun için Akif burada söylüyor ise kim ne derse desin, benim âcizane düşüncem, bunlar en büyük makbul kimselerdendir. Onu anlatıyor Akif. Destan baştan sona bir okunsun orada gerekli mesajlar fazlasıyla mevcuttur. Çanakkale’ye gidip orda bir vatandaşımızın topladığı bir müze vardır. Alınlara saplanan kurşunlar, kalçalara saplanan kurşunlar, kanlı Kur’an sayfaları bunları bir görsünler lütfen.
M.D. Çanakkale savaşlarında bir de İngilizler tarafından kandırılarak bize karşı savaşan Hindistanlı, Senegalli müslümanlar vardır. Bu olumsuz sürece nasıl gelindi?
Ahmet Uğur – Biz bu meseleyi iki yönlü ele alacağız. Birincisi Osmanlının son dönemindeki durumudur. Hakikaten biz Kanuni’den sonra neredeyse hazırı yemişiz. Aynen İbn-i Haldun’un da dediği gibi “kurulmuşuz, yükselmişiz sonra duraklamaya girmişiz sonra çöküş dönemimiz başlamış” Dünyanın birçok yerine İslam’ı götürmüşüz, oralarda büyük hürmet ve saygı görmüşüz. Fakat 17. yy’dan sonra çıkan milliyetçilik hareketleri, istila ve sömürge hareketleri Fransa gibi İngiltere gibi büyük devletleri aleyhimize çevirmiş.
Düşününüz Hindistan, 1858’e kadar her tarafta Müslüman Türkün kokusu olan, Türk idaresi Türkün eserleriyle ayakta kalan bir yerdir. Ama son zamanda Osmanlı devletinin buraya gerekli yardımı yapamaması veya İslam milletleri arasındaki bir takım tefrikalar, emperyalist Batılıların oyunları nedeniyle maalesef yabancıların istilasına uğramışız. Bunun için ben bir Senegalliyi bir Hindistanlıyı; Fransızlarla Maraş’a kadar gelip savaşan bir Tunusluyu, bir Cezayirliyi kınamıyorum. Niye kınamıyorum? Çünkü son zamanlarda onların başındakilerin ipleri maalesef dışarıdakiler tarafından çekilmektedir; satılmış, aldatılmış idareciler tarafından yönetilmektedir.
Yaşanan şu hadise konumuzun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Çanakkale harbinin o dehşetli günlerinde Tayyar Paşamız ordunun içinde sesi güzel ne kadar asker varsa, sabah namazından önce hepsine ezan okumasını söyler. Emri alan yüzlerce askerin o vakitte okuduğu ezan sesleri her tarafı kaplar. Biraz sonra kâğıda sarılı bir taşla bir mesaj gelir içinde bir not:
“Bizler Hindistanlı Müslüman askerleriz, İngilizler bize Almanlara karşı Osmanlının yanında savaşacağımızı söylediler. Biraz önce ezan sesi duyduk, siz kimsiniz?”
Osmanlı askerleri son derece şaşkınlık içindedir ve Hindistanlılara cevap verirler:
“Biz Asâkir-i Osmanîyiz, Osmanlı askerleriyiz.”
Şimdi ben aldatılarak, kandırılarak gelen bu askerleri suçlamıyorum. Her ne kadar buraya asker göndermişseler de, diğer taraftan içi yanan Hintli, Senegalli, Tunuslu, Cezayirli de Osmanlının kurtulabilmesi için elinden gelen bin bir türlü yardımı yapmıştır. Mesela, Balkan Harbinde, askerlerimizi tedavi eden Pakistanlı ve Hindistanlı tabipler vardır. Buradan gittikten sonra aynı cumhuriyetimizle beraber “Camiya Milliye İslamiye” denen müesseseyi kurmuşlardır.
İngilizlerin temel politikası menfaattir, meclislerinin kapısında: “İngilizler için sadece menfaatleri vardır.” diye yazıyor. Adam, iki tane okul açıyor puplic school/halk okulu diyorlar. Orda İngiliz politikacısını, ajanlarını yetiştiriyor. Diğer devletleri İngiliz’in menfaati için nasıl aldatabilirim, nasıl bunları elde edebilirim diye, çalışıyorlar. Ve bu çok yoğun ve çok yönlü propagandalara Osmanlı yetişemiyor.
Son zamanlarda kendi başımızın derdine düşmüşüz, Balkanlar ayaklanmış, Arap âlemi aleyhimize ayaklanmış. Afrika’da Cezayir ve Tunus’u Fransızlar, Trablusgarp’ı İtalyanlar işgal etmiş. Osmanlı kendi içinde bir tarafta Ahrarcılar, bir tarafta İttihad-ı Muhammed, diğer tarafta İttihat ve Terakkicilerin kısır siyasî çekişmeleri nedeniyle içten içe zayıflamış, kale içten yıkılmış. Lawrence(Lavrans)’i, General Allenby(Alenbi)’i okuduğunuz zaman bunu görüyorsunuz.
Bu nedenle son zamanda Osmanlı nerdeyse içten içe yıkılmış idi. İngilizlerin oyunları neticesinde buraya gelen insanların son zamanda silah atmadıklarını tespit ediyoruz. Hatta Tunusluların bizimkilere yardım ettiklerini görüyoruz. Kuzey Afrika’daki Senusi lideri Seyyid Ahmet Eş-Şerif 1919’da Anadolu’ya gelerek köy köy, şehir şehir gezerek halkı millî mücadeleye teşvik etmiş, millî mücadelenin kazanılmasında mühim bir rol oynamıştır.
M.D. İngilizler Çanakkale mağlubiyetinden sonra başkentleri Londra’nın iki önemli caddesi olan Cambridge(Kempriç) ve Oxford(Oksford) caddelerine birer heykel dikmişler ki bu heykeller halen adı geçen caddelerde mevcuttur. Dikilen bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında da şu ifadeler yer almaktadır: “Ey İngilizler! Türkler Çanakkale’de babalarınızı işte böyle öldürdüler.” Bu konuda neler düşünüyorsunuz söylemek istersiniz hocam?
Ahmet Uğur – Biliyorsunuz ben, doktoramı İngiltere’de yaptım. Ben, orada iki şeyi gördüm. Büyük kiliselerin hepsinde Çanakkale’de ölenler için küçük bir yer ayırmışlar, orayı mermerle kaplamış, çiçeklerle bezemişler orda da “Çanakkale’de şehit olan askerlerimizin hatırasına” diye yazılmaktadır. İkincisi bilhassa Edinburg’da İskoçya’da büyük bir yer var villa gibi yapılmış. Onları sorduğumuz zaman bize, Çanakkale’de en büyük kaybı İskoçların verdiğini söylediler. Sebebi de, bilhassa Arıburnu çıkarmasında İngilizler, İskoçlara viskiyi içiriyor ve onları sarhoş olarak çıkarmaya gönderiyorlar. Onlardan ölenlerin her birinin çocuklarına birer ev yaptırmışlar, bana onu gösterdiler. Ve dediğim gibi kiliselerin kapılarında böyle heykelleri olur. İçerde bir yer veya dışarıda “Çanakkale’de şehit olan erlerimize, komutanlarımıza” diye yazarlar, onları görürüz.
Bakınız, şu Çanakkale hadisesi onların bir toprağında olsa da bizim askerlerimiz orda şehit olsaydı emin olunuz, bugün bizim Çanakkale’de onlara gösterdiğimiz hürmeti, saygıyı göstermeyeceklerdi.
Yunanistan’da, Bulgaristan’da ve bütün Osmanlı topraklarından ayrılanların hepsinde maalesef bu zihniyet var. Hepsi kendi topraklarındaki Osmanlı asrını bir nevi zulüm işkence ve eziyet olarak gösteriyorlar. Bırakınız bunu, maalesef İslam âleminde okutulan tarih kitaplarının çoğunda Osmanlı sömürgeci olarak gösterilmektedir. Onun için biz yetişemiyoruz. Mesela adamlar tuttular ermeni meselesinde İngilizce kitaplar yayınladılar. Dünyayı inandırdılar. Biz daha sonradan işin önemini anladık.
Hariciyecilerimizin büyük bir kısmı, 60’lı yıllarda, Ermeni meselesi bizim meselemiz değil Osmanlının meselesi derlerdi. Ne zamanki hariciyecilerimizi, din adamlarımızı, elemanlarımızı öldürmeye başladılar, o zaman anladık ki, ermeni meselesi bizim problemimizdir. Onun için ben bunların yaptığını kınamıyorum. Hatta bugün kitaplarınızdaki Avrupa aleyhindeki ifadeleri değiştirin, diyorlar. Neden kendileri bunu böyle yazmıyorlar?
Harpte çeşitli şeyler yapılabilir. Ama asıl harpten sonra ne yapıldığına bakmak lazım. Onlar Osmanlı idaresinin de kendilerine zulmettiklerini söylüyorlar ki bu iftiradır. Hatta şunu söylüyorum -ki kendileri de bunu söylüyorlar-:
“Eğer Osmanlı, bir ülkeyi fethettikten sonra her gün kendi dışında bir dinin salikini, bir dinin sahibini öldürseydi bugün Osmanlının hâkim olduğu coğrafyada farklı dinden hiç kimse kalmazdı.”
Bakınız, Osmanlı gittikten sonra 35 devlet, diniyle, diliyle ayakta. Bugün Fransa’nın çekildiği yerleri düşününüz, Fransızcadan başka bir dil görebiliyor musunuz? İngilizlerin geldiği yerleri düşününüz. Kaç yerde Türkçe konuşuluyor bugün, kaç kelime Türkçe biliyor bugün Osmanlıda 500-400-300 sene kalan yerler.
En büyük sömürü, kültür sömürüsüdür. Bugün Tunus’a gidiyorsunuz kardeşlerim, “Bonjur, mersi” diye karşılarlar; Fransızcayı bilmezseniz sizi adam yerine koymazlar. Türk cumhuriyetlerine gittim. Rusça bilmeyeni adam yerine koymazlar. Senin ana dilini unutturmuş. Şimdi Osmanlının yaptığıyla bugünü tarihçiler bir mukayese etseler, biz ne yaptık, diğer sömürgeciler ne yaptı? Osmanlının 600 sene ellerinde kalan yerlerinde kaç tane Türkçe kelime vardır? Bilhassa gençlerimize şunu söylüyorum:
Tarihimizi çok iyi okumak, düşünmek ve mukayese etmek lazım. Kendi tarihimizi bilmeden biz başkasının yazdığıyla biz bir yere varamayız.
Osmanlının son dönemine kadar dışarının müdahalesi olmadan Arap âleminin, Balkanların, Kırımın, Kafkasların bir problemi var mıydı? Yüzyıllarca Tunus’ta Cezayir’de var mıydı böyle bir problem? Osmanlının İslam’ın ve müslümanın aleyhine, insanlığın aleyhine yaptığı bir şey var mıydı? Bakın bu gün İrlandalılara gidiniz. İrlandalılar, 1900 bilmem kaç yılında İngilizlerin onları açlığa bıraktığı zaman Osmanlının yaptığı yardımı hemen size söylerler.
Ama biz bunu yapamıyoruz. Biz elimizdeki fırsatları değerlendiremiyoruz. Hindistan’da kurulan en büyük üniversite, Milli Camiya İslami üniversitesinde, Halide Edip ders vermiş, kitap yazmış orada. Bugün orada Türkçe bölümünü açmaya zorlanıyoruz. Maalesef bizim bu manada dış politikamız, kültür politikamız yok. İnşallah son zamanda bazı şeyler yapılıyor ama yeterli değil. Biz fırsatları değerlendiremiyoruz.
M.D. Hocam son olarak ne söylemek istersiniz?
Ahmet Uğur – Son zamanlarda maalesef Türkiye üzerine oyunlar oynanıyor. Hem dışardan hem de içerden oyunlar oynanıyor. Benim en çok zoruma gidenler içtekiler. Bilhassa bizim eskiden dînî kesim dediğimiz kesimin tarihimize, milletimize bakışı değişti. Bu milletin çocuklarıyız. Bu ırkçılık değildir. Dinimizi, devletimizi, mülkümüzü, milletimizi korumak mecburiyetindeyiz. Bakıyorum bazı gazeteler durmadan bu milletin tarihine, bu milletin büyüklerine hakaretler ediyorlar, milletin kafasını karıştırıyorlar. Bir milletin kafasına acaba diye bir şüpheyi koymak en büyük tehlikedir. Bugün, Yavuz, Kanunî, Abdülhamit merhum sevilmez hâle getirilmeye çalışılıyor. Milli mücadeleyi yapanların her birine bir kulp takmaya çalışılıyor. Bunlar bizim geçmişizdir. Bunlar gitmişlerdir. Ruhları şad olsun. Cenab-ı Hak’la baş başalar. Onları Cenab-ı hak yargılayacaktır. Çok enteresan bir şiir var. Diyor ki:
Hayr u şer her ne işlerse kişi kendinedir.
Kimseyi hor göremez bilse ki kendi nedir.
Bu millet, devlet için biz ne yapıyoruz onu bir düşünelim ve yapanları, gidenleri ona göre tenkit edelim. Görmediğim yer kalmadı emin olun. Şu beğenmediğimiz memleketten herkes bir şey bekliyor. Türk cumhuriyetleri böyle, Arap âlemi böyle emin olunuz.
Şimdi içerdekilere bu mesajı vermek istiyorum. Dışarının aleti olan bir takım gruplar vardır. Onlara ne diyelim artık. Yapmayınız! Bu gemi batarsa hepimiz batarız. Lütfen bir şeyi tenkit etmeden önce düşünelim.
Az veya çok, çalışalım, tenkidi bırakalım. Geçmişle uğraşmayı bırakalım, önümüze bakalım. İnşallah Cenab-ı Hak bu milleti koruyacaktır. Çanakkale kahramanlarını yetiştiren, ila-yı kelimetullah için üç kıtada at koşturan bu milletin çocukları yine bu gayede yetişeceklerdir. Ben her zaman söylerim. Milletin gözü bizdedir.
Ali Şir Nevaî ile bitirelim.
Zimestan görmemiş bülbül baharın kadrini bilmez.
Cefayı çekmeyen âşık sefanın kadrini bilmez.
Yani kışı görmeyen bülbül baharın kadrini bilmez diyor. Bu topraklarda ne kadar zahmetlerin çekildiğini bilmeyenler bunu bilmezler. Bu memleket bu hâle nasıl geldi? Ben bir köylü çocuğuyum. 40’lı yılları da yaşadım. Kur’an okumak için saklanmadık ahır köşemiz, saklanmadık samanlık köşemiz kalmadı. İmam hatip okuluna gittin diye köydeki öğretmenler nerdeyse bana selam vermezlerdi. O günlerden bugünlere gelindi dikkat edelim lütfen.Bana böyle bir fırsat verdiğiniz için teşekkür ederim.